25 Temmuz 2010 Pazar

Türkçeye emek verenler...

Üç ozan

Dede Korkut, Yunus Emre, Karacaoğlan...
Bugünkü konuştuğumuz Türkçeyi önemli ölçüde onların ve onları izleyen ozanların şiire verdikleri emeğe borçlu olduğumuz bu üç ozan, yaşadıkları çağda halk arasında, çarşıda-pazarda konuşulan Türkçenin emsalsiz birer sesi oldular. Üç ozanın ortaya koyduğu şiir, bugün yazılmışlar gibi capcanlı ve taptaze...

Kim olduğu ve hangi çağda yaşadığı kesin olarak bilinmeyen Dede Korkut, bir söylentiye göre, Kayı boyundan Kara Hoca adında bir kimsenin oğludur. Bazı kaynaklara göre peygamber Hz. Muhammed ile çağdaştır, başka bazı kaynaklara göre de Abbasiler döneminde yaşamıştır. Şecere-i Terakime’ye göre ise, 295-300 yıl ömür sürmüştür.
Bütün bu söylentiler, öykülerinin sonunda kendisinden söz edişi Dede Korkut’un da hikayelerini anlattığı kahramanlar gibi bir söylence kişisi olduğu sanısını güçlendiriyor. Belki de Dede Korkut adında bir kimse hiç yaşamadı; ama, tıpkı Homeros destanlarında olduğu gibi bu öyküleri anlatan ozanlar tek bir kişide, Dede Korkut adında simgeleşti.

İL İL DOLAŞAN BİLGE-OZAN

Ne olursa olsun, sonuçta bu öyküleri anlatan bir hikayeci-ozan var oldu ve günümüze kadar ulaşabilen destansı hikayelerden, onun, elinde kopuzu, dağarında birçok öykü il il, oba oba dolaşan bilge bir ozan olduğu sonucuna varıyoruz…
Dede Korkut; Bamsı Beyrek, Basat, Deli Dumrul gibi hikâyelerinin tümünde kullandığı yalın Türkçeyle dinleyicilerine geçmişi öğretmekle kalmaz, gelecekten de haber verir, dargınları barıştırır, çocuklara ad kor, boy boylar, soy soylar, sonra da hikâyesini düzüp koşar. Biz de anlattığı hikâyelerden, olayların geçtiği bilinmeyen zamanlardaki toplum yaşantısı, insan ilişkileri, gelenek ve görenekler hakkında pek çok şey öğreniriz. Bir şey daha öğreniriz bu hikâyelerden; Türkçenin anlatım zenginliği ve imge gücünü...
Dede Korkut’un, kendisinden önceki ozanların sesiyle birleşerek yüzyılları aşan sesi, Yunus Emre’nin dupduru Anadolu Türkçesi’ne ulaşır, varlığını bu Türkçede başka bir renk ve başka bir tatla sürdürür.

YUNUS EMRE: ŞİİRLERİNDE BİR TEK EĞRİ SÖZCÜK YOK!


Çeşitli kaynaklara göre 13’üncü yüzyılın ikinci yarısı ile 14’üncü yüzyılın başlarında yaşadığı sanılıyor. Eskişehir’in Mihalıççık ilçesine bağlı Sarıköy’de doğduğu ileri sürülen ozan, şiirlerinden öğrendiğimize göre Tapduk Emre dergâhındandır. Yine şiirlerinden, tasavvuf yolunu seçtiğini ve iyi bir öğrenim gördüğünü anlıyoruz. Bütün Anadolu’yu dolaşmış, Azerbaycan ve Şam’a kadar gitmiştir. Hem aruz hem de heceyle şiirler yazan Yunus Emre’nin “Risaletü’n-Nushiyye” adlı bir mesnevisi ve bir divanı bulunmaktadır.
Keşfedilişi ve incelenmesi henüz yüz yılı bulmayan Yunus Emre’nin, yaklaşık yirmi yıl boyunca hizmet ettiği Tapduk dergâhına bir tane olsun eğri odun götürmediği söylentisini, aslında şiirlerindeki Türkçe için saptamalıyız. Gerçekten de, Yunus Emre’nin, Anadolu’nun yoğun bir kargaşa yaşadığı dönemde söylediği şiirlerdeki Türkçede bir tane olsun eğri sözcük bulunamaz! Bu, aldığı eğitim kadar, yaşadığı toplumsal parçalanmanın acısını içinde taşımasından da ileri gelir bana kalırsa. Yaşadığı toplumu en içinden, en derin yerinden yaşayan ozanlar, dili de en içinden, en derin yerinden yaşamaktadırlar. Şiirlerinde sevgiyi temel alan Yunus Emre de bu yüzden yaradılış, evrenin var oluşu gibi en karmaşık konuları bir anlam ve duygu bütünlüğü içinde, yapmacıklığa kapılmadan, doğaçlar gibi söylemiştir. Sevgi, umut ve inanç, şiirlerinin özünü oluşturmuş; bu özü, halkın kullandığı sözcükler, deyimler ve kavramlarla zenginleştirerek olabilecek en yalın hale getirmiştir. Ulaştığı yalınlık, en iyi ifadesini Mevlana’nın mesnevisi üzerine söylediği ileri sürülen, “Bu kadar uzun yazmaya ne gerek vardı, ben olsam, ‘Ete kemiğe büründüm-Yunus diye göründüm’ deyip çıkardım” sözünde bulur. Yunus Emre’yi 600 yıl boyunca halkın gönlünde yaşatıp, Türkçe’nin en büyük şairlerinden biri, ulusal edebiyatımızın kurucu öncülerinden biri olarak gün ışığına çıkaran işte bu dupduru yalınlıktır.

YALINLIK KARACAOĞLAN’LA BİR BAŞKA MECRAYA DÖKÜLÜR

Doğayla iç içe yaşayan acıyı olduğu kadar sevinci de, ölümü olduğu kadar doğumu da doğayla iç içe yaşar. Aşkı da doğanın içinde oluşur, ayrılığı da... Bir de ozansa, elbet şiiri de doğanın içinde gelişecek, doğa gibi akıcı ve duru bir dil olacaktır. Bütün bunları halk şiirimizde olsun, çağdaş şiirimizde olsun, en çok Karacaoğlan için söyleyebiliriz.

Halk öykülerine girmesi, hemen hemen bütün cönklerde şiirlerine rastlanması, salt Anadolu ve Rumeli’de değil, Azerbaycan ve Kırım’da da tanınması, şiirlerindeki Türkçenin gücünden geliyor. Öyle ki, adına bağlanan bir Karacaoğlan geleneği oluşmuş, gerçek Karacaoğlan ile şiirlerini onun mahlasıyla söyleyen sonraki Karacaoğlanlar birbirine karışmıştır. Elimizdeki kaynaklardan ve şiirlerinden anladığımıza göre, bu gelenek içindeki asıl Karacaoğlan, 16’ncı yüzyılın ikinci yarısı ile 17’nci yüzyılın başlarında yaşamıştır. Çukurova’da doğmuş, Türkmen aşiretleri arasında yetişmiştir. Tüm Anadolu’yu gezdiği, Rumeli’ye kadar gittiği sanılıyor. Mezarının bulunduğu yer konusunda da çok çeşitli söylentiler bulunuyor.
Karacaoğlan’ın şiiri güçlü söyleyişiyle halk edebiyatının sınırlarını aşarak yazılı edebiyatı da etkiledi. Heceye dönüş sırasında Rıza Tevfik, Faruk Nafiz, Behçet Kemal, Ahmet Kutsi Tecer ve Cahit Külebi gibi birçok şairimizin ilk başvurduğu ozanlardan biri oldu. Ağır, ağdalı saray dili karşısında yalın halk Türkçesini şiirleriyle yaşatan Karacaoğlan, Cumhuriyet’ten sonraki dil çalışmaları sırasında Türkçenin sadeleştirilmesinde başvurulan kaynaklardan biriydi. Bugün de aynı canlılık ve tazelikle okunan ve söylenen Karacaoğlan şiiri, gelecekteki şiirimizin temel kaynaklarından biri olmayı sürdürüyor.

18 Temmuz 2010 Pazar

Türkçeye emek verenler...

Bir gün yolunuz Karaman’a düşerse, aradan geçen 733 yıla rağmen Karamanlılar’ın Mehmet Bey’i unutmadıklarını göreceksiniz. Mehmet Bey’in fermanı, Karaman’daki anıtının kaidesinde bugünkü kadar taptaze durmaktadır: “Bugünden sonra divanda, dergâhta, bargâhta, ordugâhta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka bir dil kullanılmayacaktır”.

Bir dil, yalnızca o dili konuşanlar, o dilde okuyup yazanlar var oldukça yaşamaz. Bir dilin yaşarlık kazanabilmesi, kuşaktan kuşağa aktarılabilmesi için, o dile emek verenlerin de var olması gerekir…
Geçtiğimiz pazartesi, Türkçeye emek veren kişi ve kurumların en başında gelen Türk Dil Kurumu’nun (TDK) kuruluşunun yıldönümüydü. TDK, 12 Temmuz 1932’de kurulduğuna göre, demek ki, yaşasaydı, bugün 78 yaşında olacaktı. Bilerek yaşasaydı dedim, çünkü, dil çalışmalarına öncülük etmek üzere, tarih alanındaki ikizi Türk Tarih Kurumu’ndan bir yıl sonra “Türk Dili Tetkik Cemiyeti” adıyla devletten bağımsız bir dernek olarak kurulan TDK, her fırsatta Atatürkçü olduğunu iddia eden 12 Eylül yönetimi tarafından Atatürk’ün bu konudaki vasiyeti açıkça çiğnenerek kapatıldı. 1983’te iki kurumun birleştirilmesiyle oluşturulan Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu bünyesinde bir seksiyona dönüştürülerek devlet kuruluşu yapıldı. Bugün TDK’nın gerçekte yaşayıp yaşamadığını anlamak için, kurumun 1983’ten öncesi ile sonrasını karşılaştırmak yetecektir.

DEVLETTE FARS EGEMENLİĞİNE SON VEREN BEY

Madem ki söze “Türkçeye Emek Verenler” lafzıyla başladık, TDK’nın kuruluş yıldönümü vesile olsun ve bu hafta yazıyı Türkçe üzerinde unutulmaz emeği bulunan bir devlet adamından, bir hükümdardan söz ederek sürdürelim…
Üstelik, Türkçe’ye yaptığı hizmeti, yoğun karışıklıklar ve iç çatışmalara rağmen gerçekleştirebilmiş bir devlet adamıdır bu… Anadolu Selçuklu devletinin derin bir parçalanma içinde bulunduğu sırada kurulan beyliklerden Karamanoğulları hükümdarlarından biri olan bu devlet adamının yaşamı, savaşlar içinde geçti. Karamanoğulları içindeki birçok Mehmet Bey’den biri olan Şemseddin Mehmet Bey, gerçekleştirmeye çalıştığı ve birini başardığı iki eylemle tanındı: Anadolu’daki Türk siyasi birliğini yeniden kurmaya çalışmak ve bununla sıkı sıkıya ilişkili olan dil birliğini sağlamak. Tarihe de bu iki yönlü eylemle geçti. İlkinde başarılı olmak için pek çok savaşa girişti. Hayli başarılı da oldu aslında.
Daha, beyliğin kurucusu da olan babası Kerimeddin Mehmet Bey’in ölümü üzerine tahta çıktığı anda, kendini, Anadolu Selçuklu sultanı IV. Kılıçaslan’ın tutuklusu olarak buldu. Kılıçaslan tarafından kardeşleriyle birlikte bir kaleye kapatıldı... Bir yıl kadar tutulduktan sonra serbest bırakıldığında Selçuklu sultanına ve onun tabi olduğu İlhanlı egemenliğine karşı ittifaklar aradı. Buldu da. Anadolu’daki etkili beyliklerden Hatıroğulları, Menteşeoğulları ve Eşrefoğulları ile birleşti. Konya üzerine yürüdü ve kenti ele geçirdi. O sırada Selçuklu tahtında bulunan III. Keyhüsrev’in yerine de, II. Keyhüsrev’in oğlu Alaeddin Siyavuş’u Selçuklu sultanı ilan etti. Öte yandan da, taa Büyük Selçuklu Sultanı Alpaslan’dan bu yana gelenekselleşen bir tutuma son vererek, o güne kadar İranlılar’dan bir vezir seçmek yerine, bu görevi de kendi üzerine aldı.

“BUNDAN BÖYLE DİVANDA, DERGÂHTA…”

Konumuz olan ikinci eylemini ve Türkçenin tarihindeki bir ilki de işte bu sıralarda gerçekleştirdi. Yalnızca, siyasi alandaki Fars egemenliğine son vermekle kalmıyor, aynı zamanda, bu egemenliği dilde de ortadan kaldırıyordu. 1277’de devrin bilgin kişileri ve aydınlarının da yer aldığı bir divan toplayan Karamanoğlu Şemseddin Mehmet Bey, Türkçeyle ilgili ilk yasayı çıkardı. Yayınladığı fermanda şöyle deniliyordu: “Bugünden sonra divanda, dergâhta, bargâhta, ordugâhta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka bir dil kullanılmayacaktır”.
Mehmet Bey, bundan kısa bir süre sonra Karahisar kuşatmasından dönüşte, Başkadı Seraceddin’in kışkırtmasıyla ayaklanan Konya halkının kentin kapılarını kapatması üzerine Ermenek taraflarına çekilmek zorunda kaldı. 9 Haziran 1277’de, İlhanlı güçleriyle giriştiği savaşta ölümü de kılıçla karşıladı.
Ancak koyduğu yasa, Konya ve Karaman’da uzun yıllar etkili oldu. Bugün “Karaman Türkçesi” de denilen bu lehçeyle Grek alfabesi kullanılarak pek çok eser yazıldı, pek çok eser de Karaman Türkçesi üzerinden Grekçe’ye çevrildi.
Bir gün yolunuz düşerse, aradan geçen 733 yıla rağmen Karamanlılar’ın Mehmet Bey’i unutmadıklarını göreceksiniz. O sözler, Mehmet Bey’in Karaman’daki anıtının kaidesinde bugünkü kadar taptaze durmaktadır: “Bugünden sonra divanda, dergâhta, bargâhta, ordugâhta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka bir dil kullanılmayacaktır”

13 Temmuz 2010 Salı

“Eğer bizi sual eden olursa”

Zara’da doğup büyüyen Suzan Yerliyurt, torun torba sahibi bir büyükanne. “Eğer bizi sual eden olursa”, yazarın ikinci kitabı. İlk kitabı “Hacer Hanım’ın Konağı”nda bir evin ve sahibesinin (yazarın babaannesi) kimliği ve kişiliğinde Zara’yı anlatan Suzan Hanım, kendine özgü üslubuyla yine kendine özgü bir yerel tarihçi

YİNE DE VE İLLE DE SİVAS...

“Eğer bizi sual eden olursa”
Tabii, hatırladınız hemen...
Bu, bizi biz yapan şeylerden birinin, içimize işleyen bir gurbet türkümüzün sözlerinden:
“Allı turnam bizim ele varırsan
Şeker söyle kaymak söyle bal söyle
Eğer bizi sual eden olursa
Boynu bükük benzi soluk yar söyle…”
Bana kalırsa, aslen Sivaslı olan bu türkü, sonradan her nasılsa Kırıkkale-Keskin’e yazılmış! Sivas’a ait olmayan Erzurum’a özgü Tatyan havalarını Sivas’a yazan Muzaffer Sarısözen, bu türküyü nedense Keskin’e mal etmiş! Oysa, Sivas’tan ve Sivaslı’dan çok gurbette olan, bu türküyü hak eden hangi şehir ve şehirli var!? (Bir de Erzincan, evet! “Eğin dedikleri bir güççük şehir” unutulabilir mi? Hem de iki versiyonu birden. “Gurbet elde bir hal geldi başıma”. Ama bu türkü de kaynak olarak Sivaslıdır. Pir Sultan Abdal Yıldızdağlı bir ozan değil mi? Sonra Afyon; “Erzurum’da çevirdiler yolumu”. Ve Erzurum; “Gurbet elde baş yastığa gelende”. Kayseri, Konya, Niğde, Urfa, Diyarbakır, Edirne, Trabzon, Eskişehir, Kastamonu, Van… bu böyle sürer gider…Gurbette olmayan şehrimiz mi var? Almanya’yı, Holanda’yı, Belçika, Fransa, İsviçre ve Avusturya’yı, hatta taa Avustralya’yı yurt edinmeyen hangi şehir ve şehirli kaldı?!) Ama yine de ve ille de Sivas: “Sarardım ben sarardım/Senin için sarardım/Baş yastıkta göz yolda/Her gelene sorardım”, ya da “Çimenoda yata yata” ince hastalığa tutulan bir gurbetçinin hikayesi; “İpek mendil dane dane/yudular serdiler güne”. Veya “Ezim ezim eziliyor yüreğim/Çok yalvardım kabul olmaz dileğim”… Söyler misiniz, başka hangi türküde böylesine canhıraş bir çığlıkla“ben ağlarım, doktor ağlar, derd ağlar”? Her neyse…

GÜRCİSTAN-KARS-MALATYA-SİVAS-BURSA…

Zara’da doğup, Sivas’a gelin giden, sonra oradan da çıkıp Bursa’yı yurt tutan Suzan Yerliyurt (Özturan) bu fikirde mi bilmem ama, kitabına türkünün bu dizesini -“Eğer bizi sual eden olursa”-
ad olarak seçmekle çok isabetli bir karar vermiş. Kitabın anlam ve içeriğine de son derece uygun bu seçim, okuyucuyu alıp Sivas’ın elli altmış yıl önceki zamanlarına götürüyor. 1960’ların Sivas’ı, bugün “dağılmış Pazar yerlerine” benzemiyor mu?
İlginç olan, Sivas’ı, kaç yıl aradan sonra gurbetten, Bursa’dan bakarak anlatan yazarın kitabını bana imzaladığı yerin Balıkesir/Edremit olması… Bir başka ilginçlik, Zaralı Suzan Özturan’ın gelin gittiği Sivaslı Yerliyurtlar’ın ise aslen baba tarafından Malatyalı, anne tarafından ise Karslı olmaları. Ailenin baba tarafı Sivas’a, 1850’lerde Malatya’nın Örükçü köyünden gelmişler. Kervancılık yapan aile, Kurtuluş Savaşı’na da katılmış; ulaştırma kolunda cepheye silah, mühimmat ve erzak taşıyarak. Ailenin anne tarafı ise “93 Harbi”nde Kars’tan Sivas’a göç etmiş. Zara’da da Kars göçmenleri olduğunu çocukluğumdan hatırlarım. Ama sanki bu ailenin bir bölüğü Kars’a da Kafkasya’dan, çok daha önceki tarihlerde göç etmiş. Bir ailede bile böylesine kaç ülkenin, kaç şehrin mayası-kanı birbirine karışırken gurbet de sıla da iyice birbirine karışıp halhamur olmaz mı? Hemen her soy aile için Türkiye’nin her yeri gurbet, her yeri de sıla değil mi?

BİR ŞEHRİN, BİR EVİN İÇİNDEN GÖRÜNÜŞÜ

1946’da Zara’da doğup büyüyen Suzan Yerliyurt, torun torba sahibi bir büyükanne. “Eğer bizi sual eden olursa” yazarın ikinci kitabı. İlk kitabı “Hacer Hanım’ın Konağı”nda bir evin ve sahibesinin (yazarın babaannesi) kimliği ve kişiliğinde Zara’yı anlatan Suzan Hanım, kendine özgü üslubuyla yine kendine özgü bir yerel tarihçi durumunda. “Hacer Hanım’ın Konağı” Zara’ya bir evin içinden, evin kızının kadın gözüyle bakışı iken, “Eğer bizi sual eden olursa”, bu kez Sivas’a yine bir evin içinden, Yerliyurtlar’ın Zaralı gelinlerinin kadın gözüyle bakışı. Aile büyükleri “Sivas’ın Celal Emmisi” ile “Hatice Hanım”ından söz ederek başladığı kitabında Suzan Yerliyurt, Sivas’ı ve Sivaslı’yı genç bir gelin, ortayaşlı bir anne ve bir büyükanne duyarlılığı ile anlatıyor.

“UMAY ANA”NIN YAŞAYAN RUHU

Yazar geçen günleri hüzünle yad ediyor ama, bugünleri de neşeyle karşılıyor. Eski Sivas’ı, Zara’dan gelin geldiği yıllardaki Sivas’ı, kışını, yazını, nevruzunu “eğrilce”sini, düğününü çergesini özlüyor ama bugünün Sivas’ını da, gelenekleri yitip gitmesine, kapı komşuluklarının yerini apartman komşuluksuzluğunun almasına karşın, gönülden karşılıyor. Yazarın geçen zamanı açıklama formülü, gerçeğin en yalın bir biçimde algılanması düsturuna dayanıyor: “O zamanlar öyleymiş, ama şimdi böyle. O da güzel, bu da.”
Yazarın bu son derece hayat kokan yaklaşımında, kitap boyunca satırların arasında dolaştığını hissettiğim, yaşayan, çağdaş bir “Umay Ana” ruhu var. Bu ruh, zamana, hayatın getirdiği her türlü zorluğa, bin türlü acıya dayanma gücü veren kadınlık-annelik içgüdüsüdür ki, yazar Suzan Yerliyurt’ta olduğu gibi tüm kadınlarımızda fazlasıyla var.

4 Temmuz 2010 Pazar

İki şair, iki ölüm: aydın ile maydın

4 Temmuz 2010 Pazar


"sonunda kendime bir top yangın edindim,
soluğumla besledim dudağımın ucunda.
ömrümün külüydü savrulan hep ardımda,
örterek yavaş yavaş bıraktığım izleri
yanmış bir günün sürüklenen kanatlarıyla.
koştum, durmadan koştum o küçük yangınımla,
adımın çaresiz kıyılarında kendi göğümü bulmaya."
Metin Altıok

Birbirleriyle hiç karşılaşmadılar belki… Belki aynı sokaktan bile geçmediler. Şiirlerinin aynı dergilerde yayımlanmamış olduğu dahi ileri sürülebilir…
Kitap raflarında yan yana gelmiş olabilirler ama. “Şiirseverler”, aralarına hiçbir ayrım koymadan ikisini de “çok” sevdiler! İkisi de şair, ikisinin de yazdığı şiirdi çünkü…
Ve İkisininki de hayat…
Öyleyse ikisininkinin de “ölüm” olması gerekmez mi?
Hayır!

GERÇEK İLE ROMANESK, AYDIN İLE MAYDIN

Birinin ölüm nedeni karbonmonoksit ve siyanüre bağlı zehirlenme, beyin ödemi ve yüzde 10 oranında yanık.
Diğerinin ölüm nedeni karnına sokulan bir mızrak!
Birinin ölümü, bir ölüm ne denli gerçek olabilirse o denli gerçek.
Diğerinin ölümü, bir ölüm ne kadar hayal mahsulü olabilirse işte o kadar romanesk!
Biri, “ölümü tastamam ezberledim de geldim,/dilimde bu buruk türkü tadıyla/bilmem ki burdan nereye giderim” diyen, 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta Madımak Oteli’nde yakılarak öldürülen 37 aydından şair Metin Altıok.
Diğeri, katliamın yapıldığı günlerde yazdığı “Sivas Göklerinde Sırp Tayyareleri Uçacak Mı?” başlıklı bir yazı ile katliama destek veren bir maydın; şair İsmet Özel.
Metin Altıok, Sivas’ta, hastanenin morgunda onu bir gün önce panelde dinleyen genç bir hekim tarafından tanındı. Hayat emareleri gösteren şairi genç hekim, bir hemşirenin yardımıyla gizlice -kaçırarak- servise çıkardı. Oradan Ankara’ya sevk edilen Altıok günlerce süren bir yaşam savaşının ardından hayata veda etti:
“sonunda kendime bir top yangın edindim,
soluğumla besledim dudağımın ucunda.
ömrümün külüydü savrulan hep ardımda,
örterek yavaş yavaş bıraktığım izleri
yanmış bir günün sürüklenen kanatlarıyla.
koştum, durmadan koştum o küçük yangınımla,
adımın çaresiz kıyılarında kendi göğümü bulmaya.”

SATIŞ KAYGISININ CİNFİKİRLİ YAZARA YAPTIRDIĞI BULUŞ

O günlerde meseleyi, “Sırp tayyarelerinin Sivas (‘veya Kayseri’) semalarında” uçup uçmayacağı gibi aşırı dinsel temalara bağlayan 1960’larda hızlı solcu, 12 Mart’ın hemen öncesinde İslamcı, şimdilerde Türkçü şair İsmet Özel ise, ancak bir romanda ölebilir! İsmail Pelit adlı bir yazarın “İsmet Özel Cinayeti” adını verdiği türden bir romanda İsmet Özel, saplantılı bir şiir okuyucusu tarafından “poetik sebeplerle” “kendi masasında, oturduğu sandalyeye elleri urganla bağlanmış ve karnına bir mızrak sokularak” öldürülmektedir. Son zamanlarda TV ekranlarında sık sık görünmeye başlayan İsmet Özel’in bu romanesk ölümü pek beğendiği de ileri sürülebilir. TV ekranlarındaki mülakatlarına bakılırsa, ona yakışan da bu olur kuşkusuz…


Solculuktan İslamcılığa, oradan Türk milliyetçiliğine her yirmi yılda bir saf değiştirirken herkesin olan ama aynı zamanda hiç kimsenin olmamayı da başaran İsmet Özel’in bir romanda bile olsa böyle vahşice öldürülmesi kaderin bir cilvesi değil elbet. Olsa olsa, çok satma kaygısının cin fikirli yazara yaptırdığı bir buluş.

KATLİAMIN SUÇ ORTAĞI

Metin Altıok’u –yanında Hasret Gültekin, Behçet Aysan, Asaf Koçak- elinde fırça sapıyla merdivenlerde saldırganları karşılamaya hazır beklerken gösteren fotoğraf ile İsmet Özel’i “poetik sebeplerle” karnına mızrak sokularak” öldürülmüş halde tasvir eden fotoğraf arasındaki fark, salt toplumsal-siyasal ve ideolojik açıdan değil, şiir açısından da büyük bir ölüm kalım farkıdır.
Hem Metin Altıok ve 36 aydına ağıt yakacaksınız, hem de katliamı gerçekleştirenlerin yanında yer alan İsmet Özel’i sevmeyi sürdüreceksiniz!
Boş lâf!
Yakılan ile yakandan yana tavır alan arasında şiir açısından hiçbir fark görmemenin dayandığı ideolojik tutuma bulduğu edebi kılıf, şair gibi “şiirsever”i de katliamın suç ortağı yapar!