31 Ekim 2010 Pazar

Şiirimizden bir damar daha koptu...

..."Şiirimizden bir damar daha koptu, Arif Damar da gitti…"
Eski şiirimizin bir türü olan ebced ile tarih düşürecek olsak, böyle bir şey yazabilirdik. Çünkü Arif Damar, modern şiirimizin atardamarlarından biriydi. Şiir anlayışı zamanla değişse de, hep, kendini içinde var ettiği bu damarı sürdürdü. “Tülin’in yüzündeki duru güzellik”te, “Karga”da, “Kedi Aklı”nda, “Makara”da, “Kartacalı Yıkıntı”da Arif Damar, yoksulduk, bize dünyayı sevdirdi...









Arif Damar.
Yoksulduk, bize dünyayı sevdirdi...



Attilâ İlhan, Fazıl Hüsnü, Demirtaş Ceyhun, İlhan Berk, Halit Refiğ, Şiar Yalçın… Milli devrimlerin ilkiyle kurulan büyük tehlikeler yaşarken cumhuriyet –kimilerine göre birincisi artık çoktan yıkılmışken!- onun ilk kuşağına mensup aydınlar da –şairler, yazarlar, sanatçılar- birer birer aramızdan ayrılıyorlar. Ölüm, onlarla birlikte bizden de birçok şeyi -çok şeyi- alıp götürüyor. Geriye her biri en zor koşullarda bin bir emekle yaratılmış yapıtlarla birlikte anılar ve yazılmamış kişisel tarihler kalıyor.

YOKSULDUK DÜNYAYI SEVDİRDİ

“Şafak vaktidir
Terk et beni artık hatıra

Bundan böyle ben artık
dağılıp boydan boya mısralarıma
esirler, açlar ve mağluplarla
hürriyet, ekmek ve zafer Türküsünü
gücümün yettiği kadar söyleyeceğim

Sonra bu dehşet ve sefalet içinde
mesut günler vadeden
Bir silah sesi gibi titreyeceğim.”

Evet. “Şiirimizden bir damar daha koptu, Arif Damar da gitti…”
Eski şiirimizin bir türü olan ebced hesabı ile tarih düşürecek olsak, onun yaşamı ve şiirini betimleyen böyle bir şey yazabilirdik. Çünkü Arif Damar, gerçekten de, modern şiirimizin damarlarından biriydi. Şiirleri kadar yaşamıyla da şiirimizin nabzının attığı şairlerden biri, şiirde takma ad olarak kullandığı “Damar” gibi bir damardı. Bazen kan damarı, bazen ateş damarı, bazen gül damarı, yaprak damarı; türlü çeşitli madenlerin bir arada bulunduğu bir şiir damarı. Arif Damar, 1943’te, yayımladığı yukardaki, “Şafak Vakti” adlı şiir, şiir anlayışı sonraki yıllarda önemli ölçüde değişse de, hep, kendini içinde var ettiği bu damarı sürdürdü. “Tülin’in yüzündeki duru güzellik”te, “Karga”da, “Kedi Aklı”nda, “Makara”da, “Kartacalı Yıkıntı”da, “tavanda bir yarım ay” vardı, “yoksulduk dünyayı sev”dirdi.



HAPİSTEN SÜRGÜNE

Bütün bunlar biraz edebiyat, biraz metafor. Esası bir şairin artık kendisinin de umursamadığı –insan öldükten sonra artık hiçbir şeyi umursamaz- yaşamı ve şiirinin içindedir.
Arif Damar 1925’te Çanakkale-Gelibolu’da doğdu. Şiir yazmaya ortaokul öğrencisi iken başladı. İlk şiiri “Edirne'de Akşam”, henüz 15 yaşındayken “Yeni İnsanlık” adlı dergide, altında "Harika Çocuk" notuyla yayımlandığında şair Hasan İzzettin Dinamo’nun Damar’ın öğrenci olduğu Yenikapı Ortaokulu’na gitmesi, şairden söz edilince hatırlanması gerekenlerin başında yer alır. Ancak Arif Damar, asıl olarak Ant Dergisi'nde yayımladığı şiirlerle tanınmaya başlandı. Bir süre “Yeryüzü” adlı kültür dergisi'nin yöneticileri arasında yer alan Damar’ın, 1951’de yasadışı TKP üyesi olduğu gerekçesiyle tutuklanması, hatırlanması gerekenlerden bir diğeridir. Şair 2 yıl cezaevinde kaldı, delil yetersizliğinden beraat etti. Askerliğini, Zara’da bulunan ünlü “Sürgün Alayı”nda yaptığı yıllarda Zara, birçok sosyalist aydının sürgün edildiği belli başlı menfalardan (sürgün yeri) biriydi.
1956’da "Günden Güne", 1958’de "İstanbul Bulutu"nu yayımladı. "İstanbul Bulutu" kitabıyla Cemal Süreya ile birlikte Yeditepe Şiir Armağanı'nı kazandı. Sonraları “İkinci Yeni” anlayışına yaklaştıysa da kendi damarını geliştirdi. Arif Damar, düzyazıda "Arif Hüsnü" ve "Ece Ovalı" takma adlarını kullandı. 1985’te "Yağmurlu Sokak" adlı romanı yayımladı. Melih Cevdet Anday ile birlikte 1959'da yazdıkları "Yağmurlu Sokak", Murat Tek takma adıyla Tercüman Gazetesi'nde tefrika edilmişti.
Arif Damar’ın diğer yapıtları ise şunlar:
Kedi Aklı (1959); Saat Sekizi Geç Vurdu (1962); Alıcı Kuş (1966); Sesleri Ayak Sesleri (1975); Alıcı Kuşu Kardeşliğin (1975, ilk beş kitabının toplu basımı); Ölüm Yok Ki (1980); Ay Ayakta Değildi (1984); Acı Ertelenirken (1985, ilk yedi kitabından seçmeler); Yoksulduk Dünyayı Sevdik (1988); Ay Kar Toplamaz Ki (1990, Toplu Şiirler); Onarırken Kendini (1992); Eski Yağmurları Dinliyordum (1995, seçmeler); Kitaplar Kitabı (2000, Toplu Şiirler); Kırık Makara (Seçmeler, 2004); Külliyen Red (Toplu Şiirler, 2004)
Arif Damar, Cumhuriyet Gazetesi'nde 'Ayın şairi' bölümünü hazırlıyordu.

“ŞAİRLERİ SAĞKEN SEVMEYİ ÖĞRENMELİYİZ”

Bir süre Arif 'Barikat' takma adıyla da şiirler yayımlayan Arif Damar, aynı zamanda şiirimizin en renkli kişiliklerinden biriydi. Tüyap kitap fuarlarından birinde eleştirmen Feridun Andaç’ı bastonuyla dövmesi, renkli kişiliğinin örneklerinden biridir. Bir diğeri, Arif Damar’ın hangi damardan geldiğini göstermesi bakımından aydın tarihimize geçecek niteliktedir:
Damar, kendi işlettiği Yeryüzü Kitabevi’nde yasak yayın bulundurduğu gerekçesiyle 1982'de üç ay hapis cezasına çarptırıldığında cezasını çekmek üzere Bozcaada hapishanesine gönderilir. Hapishaneye bir yazar getirildiğini duyan ve merak eden bir jandarma eri mahkumun yanına gider ve adını sorar. Mahkum, adının Namık Kemal olduğunu söyler. Namık Kemal’in çoktan ölmüş bulunduğunu öğrenen jandarma eri birkaç gün sonra gelip tekrar sorar. Arif Damar’ın cevabı çok nettir:
- Namık Kemal Arif Damar!
….

“Şairleri sağken sevmeyi öğrenmeliyiz” diyor ya Sennur Sezer…
Evet, şairleri sağken sevmeyi öğrenmeliyiz!

23 Ekim 2010 Cumartesi

Briç, bulmaca, Türkçe: Şiar Yalçın…

...“Sıkıyönetimin kararıyla Cumhuriyet’in sık sık kapandığı 12 Eylül dönemi, bir sabah erken saatte, Ankara bürosunun kapısı çalınır, dahili elbiseli bir yüzbaşı, ardında astsubaylar gelir, yüzbaşı hışımla elindeki gazeteyi masaya çarpar ve haykırır:
- Bu ne rezalet, ben böyle bir şey görmedim!
- Eyvah, derler arkadaşlar yine kapandık.
Yüzbaşı sürdürür:
- Bütün gece uğraştım, ansiklopedileri getirttim, sabaha kadar çabaladım, şu bulmacayı çözemedim. Böyle rezalet olur mu kardeşim?”...



Kuytuda boy veren çiçekler vardır hani. “Pencere önü”nde büyümezler. Kendilerini göstermek için güneşe çıkmaya gerek görmezler. Bir kayanın gediğinden, iki taşın arasından, yıkılmış bir duvarın arkasından ya da kalabalık bir çalı kümesinin içinden seslenirler. Belli belirsiz kokularını duyarsınız ilkin; hafif ama, derin. Gösterişsiz ama yoğun. İlk anda pek bir şeye benzetemediğiniz çiçeklerinin albenisiz oluşu yanıltabilir sizi; soğuk algınlığı, mide ağrısı gibi birçok derde çare olduğunu, sonradan, belki rastlantıyla öğrenirsiniz.
Hayatımızda da böyle insanlar vardır. Görünmezler, görülmezler ama vardırlar. Yaptıkları iş, hayatımızda taşıdıkları anlam, siyasal, kültürel, toplumsal vb. önem yönünden sıralamanın en alt basmaklarında yer alır. Örneğin bulmaca hazırlamanın, briç üzerine yazmanın, dil ile uğraşmanın basın yayın dünyasındaki karşılığı, “bu da bulunsun/adet yerini bulsun” kabilinden bir önem basamağında yer almasına karşılık toplamdaki karşılığı bunun yüz katı, bin katıdır.

SESSİZ VE DERİN

Sözün nereye geldiğini sanırım anladınız. Cumhuriyet’in yetiştirdiği ilk kuşak aydın birbiri ardına “dönülmez akşamın ufkunda” kaybolurken, giderayak Şiar Yalçın’ı anımsamadan, anımsatmadan olmaz! Ailesinin, yakınları ve kendisinin yaşadığı onca baskı ve zulüme karşın Cumhuriyet’e ilişkin tutumundan bir an bile vazgeçmeyen sesiz ve derin Şiar Yalçın, Türkiye’nin “aydın gibi aydın”larından biriydi.
Yeni kuşaklardan kağıt oyunlarıyla ilgilenenlerin Briç yazarı olarak tanıdığı Şiar Yalçın’ı bizim kuşak Cumhuriyet gazetesinin Pazar günleri yayımladığı “Cumhuriyet Dergi”ye hazırladığı bulmaca sayfasından tanır. 12 Eylül askeri-faşist diktatörlüğünün hapisanelerinde Şiar Yalçın’ın bulmacalarıyla bilgi tazeleyen siyasi tutuklular, çözdükleri her bulmacadan sonra –“o karanlığın içinde”- mutlaka ışıklı bir sevinç narası patlatmışlardır!
Ali Sirmen’in anlattığı tevatür olamayacak kadar gerçek, gerçek olamayacak kadar da tevatür havası taşıyan şu öykü, sanırım Şiar Yalçın’ın bu yönünü en iyi aydınlatan anekdotlardan biridir:
“Şiar Yalçın deyince hep aklıma gelen öykü de şudur:
Sıkıyönetimin kararıyla Cumhuriyet’in sık sık kapandığı 12 Eylül dönemi, bir sabah erken saatte, Ankara bürosunun kapısı çalınır, dahili elbiseli bir yüzbaşı, ardında astsubaylar gelir, yüzbaşı hışımla elindeki gazeteyi masaya çarpar ve haykırır:
- Bu ne rezalet, ben böyle bir şey görmedim!
- Eyvah, derler arkadaşlar yine kapandık.
Yüzbaşı sürdürür:
- Bütün gece uğraştım, ansiklopedileri getirttim, sabaha kadar çabaladım, şu bulmacayı çözemedim. Böyle rezalet olur mu kardeşim?”

ZORLU BULMACA, DOĞRU TÜRKÇE

Kare bulmaca konusunda gazetelerin en azından bir kısmının kendisine çeki düzen vermesini sağlayan Şiar Yalçın’ın Türkçe üzerine yaptığı çalışmalar ve yazdığı yazılar da, adının “Türkçeye Emek Verenler” listesine yazılmasını gerektirir. Şiar Yalçın, Günlük gazetelerin bazılarında dil konusunda güncel yazılar yazılmasını da sağlamış, dilci gazetecilerin yetişmesine katkıda bulunmuştur. Hakkı Devrim, bu hakkı teslim edenlerden biri olarak Radikal’de yazdığı yazıda şöyle diyor: “Çok rica etmiştim, yayımlandığı yıllarda Radikal’de Türkçe eleştirileri yazmasını; Yeni Yüzyıl’daki yazıları kesilince.
- Horuzu çok olan yerde sabah geç olur, demiş; ama sen mutlaka devam et, diye icazet vermişti bana.”
Hakkı Devrim ayrıca, Şiar Yalçın’ın “Anadolu Beylikleri ve Osmanlı yüzyılları da dahil, dilimizi bütün derinliği ve genişliğiyle bilen çok nadir bir insan” olduğunu vurguluyor.
Şiar Yalçın’ın konuşma ve yazıda yaygın yanlışları düzelten Milliyet ve Yeni Yüzyıl gazetelerinde yazdığı yazılardan oluşan “Doğru Türkçe” (Metis Yayınları) adlı kitabı hâlâ güncelliğini koruyan bir başucu kitabı durumunda.

YEDİ DİL 50 ÇEVİRİ

25 Ekim 1924’de İstanbul'da doğan Şiar Yalçın, İttihat Terakki hükümetinin Maliye Bakanı, 1926’da İzmir Suikasti davasında yargılanarak idam edilen Cavit Bey’in oğluydu. Şiar Yalçın, Annesi Aliye Hanım’ın, daha önce 2. Abdülhamit’in oğlu şehzade Burhanettin Efendi’yle evliliğinden olan Ertuğrul Osman’la da kardeşti.
Soyadını, kendisini himaye eden baba dostu Hüseyin Cahit Yalçın’dan alan Şiar Yalçın, Robert Kolej’den sonra 1949’da İstanbul Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Bir süre Pınarhisar’da hâkimlik yaptı. Doktora öğrenimi için gittiği Fransa’dan dönüşünde 8 yıl İstanbul, Finike, Koyulhisar ve Kemah’ta savcılık yaptı. Akşam Gazetesi’nde yazdığı yazılardan dolayı meslekten çıkarıldı. 12 Mart’ta tutuklanan Şiar Yalçın, çevirmen olarak çalıştığı TRT’deki işini de kaybetti. Hayatını gazetecilik ve çevirmenlikle kazanan, İngilizce, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, Almanca, Latince ve Farsça bilen Yalçın’ın yayınlanmış 50 çevirisi bulunuyor. “A’dan Z’ye Briç”, “Briçinizi Sınayın”, “Süper Beşli Majör”, “Şlem” ve “Yeni Beşli Majör” Şiar Yalçın’ın briç konusunda yazdığı kitaplar.

16 Ekim 2010 Cumartesi

Dip dalgasının şairi

(15 Haziran 1925 - 11 Ekim 2005)


...Attilâ İlhan aramızdan ayrılalı 5 yıl oluyor…
Bu beş yılda çok şey değişti dünyada ve Türkiye’de. Ülkemizi ve toplumumuzu yakından ilgilendiren her olayda, “Attilâ İlhan yaşasa ne derdi” diye soranımız çok olmuştur. Aziz Nesin aramızdan ayrıldıktan sonra da çok uzun bir süre bu soruyu sormuştuk. Demirtaş Ceyhun’dan sonra da sorduk bu soruyu, Halit Refiğ’den sonra da sorduk… Bizden öncekilerin Namık Kemal’den, Tevfik Fikret’ten, Nâzım Hikmet’ten sonra sordukları gibi...

İzmir Atatürk Lisesi’nin birinci sınıfında edebiyata, özellikle şiir ve sinemaya meraklı, bu “merak”ını da zaman zaman arkadaşlarıyla paylaşan bir öğrenci… Bir kız arkadaşına yazdığı mektup, bu edebiyatsever gencin hayatının bir anda cehenneme çevrilmesi için yeter de artar bile. Mektupta, hapisteki Nâzım Hikmet’in şiirlerine yer veren liseli genç, okuldan uzaklaştırılmakla kalmaz, tutuklanır da. Üç hafta gözaltında tutulup sorgulandıktan sonra iki ay hapis yatar. “Türkiye’nin hiçbir yerinde okuyamayacağına” dair bir de belge verilir kendisine. 1941 yılıdır…
Türkiye’nin eğitim tarihi, örnekleri yakın zamanlara kadar uzanan buna benzer çok sayıda olayla doludur. Nâzım Hikmet’in şiirlerini okuduğu ya da sınıfta tahtaya yazı yazdığı için komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle polise verilenler, eli sopalı öğretmenleri tarafından bu nedenle dövülenler...

NİCE ÜNLÜ ŞAİRİ GERİDE BIRAKARAK…



Düzenin siyasal baskı ve zulmünün okullardaki kurbanlarının ne ilki ne de sonuncusu olan bu lise öğrencisi, öğrenim hakkını ancak üç yıl sonra 1944’te Danıştay kararıyla yeniden kazanabilecek ve İstanbul Işık Lisesi’ne yazılacaktır. Dört yıl sonra da, lisenin son sınıfındayken, kendisinin haberi olmadan amcasının gönderdiği “Cebbaroğlu Mehemmed” adlı şiiriyle nice ünlü şairi geride bırakarak “CHP Şiir Armağanı”nda ikincilik ödülünü kazanır:

“kaman civarına bahar gelince yıkılır ovadan abdal çadırları
yücesinde pare pare duman tutmuş
düdüldağ'ın yaylasında mekan kurulur
hoş gelmişsin evvel bahar
nisan ayı içinde donanır dağlar
donanır yeşilinden alından
istasyon deresi kabarmıştır
hacıdağ'ın selinden
(...)
başınızdan duman eksilmesin gavurdağları
siz hikayet eylediniz bana
bahçe kazasının kaman köyünden
cebbar oğlu mehemmed'in hikayesini...”

“VATAN: ÖNCE DÜŞÜNÜLMESİ LÂZIM GELEN”

Bir Kurtuluş Savaşı şiiri olan “Cebbaroğlu Mehemmed”, şiirimizin 50 yılını derinden etkileyecek bir şairin, Attilâ İlhan’ın da hikâyesidir aynı zamanda. Peki, salt şiirimizin mi? Attilâ İlhan, bir bütün olarak edebiyatımızın, hatta, düşünce dünyamıza kadar uzatabiliriz bu sınırı, 50 yılını derinden etkilemiştir.
Genç şairin toplumcu bir altyapıya sahip olduğunu gösteren “Cebbaroğlu Mehemmed”, ilk şiir kitabı “Duvar”da bir destana dönüşen olan Kurtuluş Savaşı şiirlerinin başlangıcıdır. Attilâ İlhan, daha “Cebbaroğlu Mehemmed”den başlayarak insanı yaşadığı toprakla, vatanla birlikte düşünür. Bu, henüz el yordamıyla ulaşılmış bir aşama izlenimi verse de, yeni şiirlerde netleşecek, insanı yaşadığı vatanla ele almak, şiirlerinde olduğu gibi romanlarındaki temel tutumuna da yansıyacaktır. Bu, aynı zamanda, deneme ve inceleme yazılarındaki tutumunu da oluşturur. Attilâ İlhan, ilk şiirlerinden başlayarak inşa ettiği bu tutumundan hiçbir zaman vazgeçmemiştir:
“Vatan. Önce düşünülmesi lâzım gelen, senin kavminin yaşamakta olduğu vatan. Bu vatanı elinde tutman lâzım; çünkü sen burada yaşıyorsun, ceddin burada yaşamış, ölülerin orada yatıyor.”
Ege Üniversitesi Senatosu’nca, kendisine fahri doktora unvanı verildiğinde şöyle diyecektir: “biz vatan ve namus için yaşadık”.

DİP DALGASININ ÇOCUĞU



Attilâ İlhan, öte yandan da, “Toplumsal Gerçekçi”dir. Attilâ İlhan’a göre toplumsal gerçekçilik, “ülkemizin ve ulusumuzun bütün sorunlarını, toplumsal ve tarihsel bir görüş açısından bilimsel olarak görüp, en uygun ve en yeni estetik biçimler içersinde yansıtmaya çalışan bir sanat yöntemidir.” Edebiyat geleneğimizi anlamayı benimsediği ve ulusal koşullarımıza en uygun sanat bileşimini vermeyi düşündüğü için millîdir. Sanatın toplumsal bir amacı olduğuna ve amacın Mustafa Kemal’in tanımladığı anlamda “memleketin ve milletin gerçek saadet ve imarına çalışmak” olduğuna inandığı için milliyetçidir. Türk sanatının çağdaş estetik içinde bir değer olabilmesini amaç edindiği için muasırdır. Memleketin ve milletin gerçek saadet ve imarına çalışmasının ancak toplumsal bir platform ve programla girişilecek toplumsal eylemlerle gerçekleşebileceğine, bunda ulusun büyük çoğunluğunu meydana getiren işçiler, köylüler, yoksul şehirliler ve aydınlara büyük işler düşeceğine, bu yolda sanatın yol gösterici bir görevi olduğuna inandığı için de toplumsaldır.
Yaşamıyla sanatı, düşünceleri ve yapıtlarıyla bir bütün oluşturan yekpare aydınlarımızın başında gelen Attilâ İlhan’ın yaşamının son yıllarında Cumhuriyet gazetesindeki söyleşilerinde sık sık dikkat çektiği bir şey vardı: “Dip dalgası”. Başında kaptan şapkası, gözlerinde mavi gülümsemeyle Attilâ İlhan, bir jöntürk, bir ulusçu ve bir sosyalist olarak bizzat kendisi o dip dalgasının çocuğu oldu.

NAMIK KEMAL’DEN, TEVFİK FİKRET’TEN, NÂZIM HİKMET’TEN SONRA

Attilâ İlhan aramızdan ayrılalı 5 yıl oluyor…
Bu beş yılda çok şey değişti dünyada ve Türkiye’de. Ülkemizi ve toplumumuzu yakından ilgilendiren her olayda, “Attilâ İlhan yaşasa ne derdi” diye soranımız çok olmuştur. Aziz Nesin aramızdan ayrıldıktan sonra da çok uzun bir süre bu soruyu sormuştuk. Demirtaş Ceyhun’dan sonra da sorduk bu soruyu, Halit Refiğ’den sonra da sorduk… Bizden öncekilerin Namık Kemal’den, Tevfik Fikret’ten, Nâzım Hikmet’ten sonra sordukları gibi…
150 yıldır bu soruları bize sorduran şey, sanat-edebiyat ve düşün insanlarımızın dünyayla, ülkemizle, toplumumuzla, dünyanın, ülkemizin, toplumumuzun sorunlarıyla iç içe olmalarıdır. “Fildişi kulesi” bizim şairlerimizin yazarlarımızın ruhuna aykırıdır. Çağdaş şiirimiz, sanat ve edebiyatımız gibi şairimiz, yazarımız, sanatçımız, aydınımız da toplumsal eylemin içinden doğmuştur.
Sanat ve edebiyatımızın yaslandığı gelenek ve içinde barındırdığı dinamizm, bu yüzden, “vatan ve namus için yaşarken” baskı ve zulüm kimden gelirse gelsin ona karşı çıkmayı, onunla mücadele etmeyi öngörür.
Attilâ İlhan, “vatan ve namus için yaşayan” aydınlarımızın en başında gelenlerindendi.




ŞİİR VE YAZI OKYANUSU

Şiir: “Duvar” (1948), “Sisler Bulvarı” (1954),”Yağmur Kaçağı” (1955), “Ben Sana Mecburum” (1960), “Bela Çiçeği” (1962), “Yasak Sevişmek” (1968), “Tutkunun Günlüğü” (1973) (Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü, 1974), “Böyle Bir Sevmek” (1977), “Elde Var Hüzün” (1982), “Korkunun Krallığı” (1987), “Ayrılık Sevdaya Dahil” (1993), “Kimi Sevsem Sensin” (2001).
Romanlar: “Sokaktaki Adam” (1953), “Zenciler Birbirine Benzemez” (1957), “Kurtlar Sofrası” (1963/64), “Bıçağın Ucu” (1973), “Sırtlan Payı” (1974) (1974-1975 Yunus Nadi Ödülü), “Yaraya Tuz Basmak” (1978), “Fena Halde Leman” (1980), “Dersaadet’te Sabah Ezanları” (1981), “Haco Hanım Vay” (1984), “O Karanlıkta Biz” (1988).
Deneme-anı, gezi notları: “Abbas Yolcu” (1957). “Hangi Sol” (1970), “Hangi Batı” (1972), “Faşizmin Ayak Sesleri” (1975), “Hangi Seks” (1976), “Hangi Sağ” (1980), “Gerçekçilik Savaşı” (1980), “Hangi Atatürk” (1981), “Batının Deli Gömleği” (Gazete yazıları, 1981), “İkinci Yeni Savaşı” (1983), “Yanlış Erkekler Yanlış Kadınlar” (1985), “Ulusal Kültür Savaşı” (1986), “Sosyalizm Asıl Şimdi” (1991), “Aydınlar Savaşı” (1991), “Kadınlar Savaşı” (1992), “Hangi Edebiyat” (1993), “Hangi Laiklik” (1995), “Hangi Küreselleşme” (1997).
Çeviri: “Kanton’da İsyan”, “Umut” (Andre Malraux), “Basel’in Çanları” Louis Aragon.
Uzun metrajlı film senaryoları (Ali Kaptanoğlu takma adıyla): “Yalnızlar Rıhtımı” (Lütfi Akad), “Ateşten Damlalar” (Memduh Ün), “Rıfat Diye Biri” (Ertem Göreç), “Şoför Nebahat” (Metin Erksan), “Devlerin Öfkesi” (Nevzat Pesen), “Ver Elini İstanbul” (Aydın Arakon).
Dizi film senaryoları: Sekiz Sütuna Manşet (1982), Kartallar Yüksek Uçar (1984), Yarın Artık Bugündür (1986), Yıldızlar Gece Büyür (1992), Tele-Flaş (1993).
Gazete yazılarından derlenen kitaplar: “Sağım Solum Sobe” (1985), ), “Batının Deli Gömleği” (1981), “Bir Sap Kırmızı Karanfil” (1988), “Ufkun Arkasını Görebilmek” (1999), “Sultan Galiyef” (2000), “Dönek Bereketi” (2002), “Yıldız, Hilâl ve Kalpak” (2004).


Çocuklar gibi sevdim devler gibi ızdırap çektim(*)


yolumdan çekil yavrum
bağlasalar duramam
demir asa demir çarık dedim
neyleyim!
yolculuk dedim
ağaçlara tünedi yine akşam kargalarla bir
rüzgar kendini yerden yere vuruyor
kırık dökük yıldızlar belirdi uzaktan
telsiz mevceleri ardım sıra koşturuyor
anamdan yolcu doğmuşum
yedi dağın yolları kalbimden geçer
salkım salkım mısralar gelir içimden
dudaklarımda yağmur damlaları
alır beni yollar beni alır gider
anamdan yolcu doğmuşum
nehirlerle birlikte denizlere kavuştum
akşam dedim
şu koca dünya dedim
ağlasam dedim
yola bir düşüldü mü ömür boyunca gidilir
ekmeğin ve şarabın peşinden
turnaların peşinden
büyük şehirler büyük aşklar
çığlık çığlığa terk edilir
ben
çocuklar gibi sevdim devler gibi ızdırap çektim
damarlarımda dünyanın bütün rüzgarları
harblere açlıklara yalnızlığıma rağmen
anamdan yolcu doğmuşum
neyleyim
gurbet dedim
vatan dedim
hürriyet dedim.

--------------------------------------
(*) Şiirin adı "Şahane Serseri. Bu başlığı ben koydum.

10 Ekim 2010 Pazar

Zamanımızın bir tipi: “Herbokolog”

...Sanal sözlüklerdeki tanımlar ise, başlı başına toplumsal bir olguyla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Uğur Mumcu’nun yıllar önce “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma” diye tanımladığı hastalıklı durum bugün çok daha yaygınlaşmış, toplumun dokularını sarmış bir halde. “Ekmek Teknesi” adlı dizide Hasan Kaçan’ın canlandırdığı “Kaptan” karakterinin karikatürize ettiği tip, bugün gazete köşelerini, TV ekranlarını işgal etmiş durumda. Zamanın koşullarına uygun olarak çok daha genç, çok daha cevval ve çok daha çalakıl! Ve çok daha cahil elbette...


Aziz Nesin’in “Ağzıyla Kuş Tutan Adam” adlı bir öyküsü vardır… 1950’li-60’lı yıllardaki bir zamanda geçen öyküdeki adam, bir devlet dairesinde yüksek bir memurun odacısıdır. Bütün gün akşama kadar çayın, kahvenin biri bitmeden birini taşıdığı dairenin kapısında, artan zamanlarında da daireye alınan gazeteleri okumaktadır. Kısa saçlı, devrin modasına göre kısa bıyıklı, Anadolu’nun ücra köylerinden birinden beş on yıl önce geldiği her halinden belli Hasan Efendi, diyelim ki Fransa devlet başkanının dünyayı ilgilendiren bir konudaki demecinin ortasındayken içerden zile basıldı… Kendi kendine mırıldanarak heceleye heceleye okuduğu gazeteyi sehpanın üzerine bırakacak, çayı kahveyi götürecek, istenen başka şeyler varsa onları da yapacak sonra tekrar gazetesine dönecektir. Gazetedeki habere, kaldığı yerden henüz tekrar başlamışken yeni bir “zırr” sesi… Günler, haftalar, aylar, yıllar boyunca sabahtan akşama kadar bu böyle sürer gider. Öykünün esas kısmı, her akşam işten eve dönüş saatinde, belediye otobüsünde yaşanır. Heceleye heceleye okuduğu gazete haberlerine dayanan yarım yamalak bilgisiyle kendisine bir çevre oluşturan Hasan Efendi, her akşam bütün otobüse dünya meseleleri hakkında konferans vermektedir:
“Şimdi Dögol’e gelincek…”

ZEYTİN SİNEĞİNE KARŞI NASIL MÜCADELE YÜRÜTÜLÜR

80’li yılların sonu ile 90’lı yılların başında, 12 Eylül’ün birincisinden demokrasiye geçildiği zamanlarda, hemen her konuda düzenlenen panellerin değişmez konuşmacıları vardı. Toktamış Ateş, Emre Kongar, Abdurrahman Dilipak, Mahir Kaynak gibi bu kimseler, konuşmacı oldukları panellerde denizin tuzunun nerden geldiği konusundan tutun da, zeytin sineğine karşı nasıl mücadele yürütülmesi gerektiği konusuna kadar hemen her konuda konuşabilirlerdi. Toktamış Ateş ile Abdurrahman Dilipak, demokrasi adına, demokrasi için ve demokrasiye “katkı sunmak” amacıyla ortak TV programı yapacak kadar işi ileriye götürdüler. Okurlarının tepkisine daha fazla dayanamayan Cumhuriyet gazetesi yönetimi, Fethullah Gülen’den ödül alan Toktamış Ateş’in yazılarına son verdirdi. Bu ikili, sonradan Emre Kongar ile Mehmet Barlas’a da feyz, fikir ve el vermiş olacaklar ki, birinin solda (Emre Kongar), diğerinin sağda (Mehmet Barlas) oturduğu programda ortaya çıkan “Yorum Farkı”, izleyenlerin bilgi ve görgüsünü artırmada birinci!
Bu neslin bir başka türü festival kuşudur. Nerde festival orda! Festival komitesine, uçakta, korumasına normal, kendine firstclasse’dan yer ayırttırır. Hem kitaplarını satar, hem günün meseleleri hakkında ahkâm keser, hem de solcu herkesten!

“OSMANLI'DAKİ MEHTER YÜRÜYÜŞÜ NASIL ORTAYA ÇIKMIŞTIR?”

“Herbokolog” 12 Eylül’ün ikincisiyle ileri demokrasiye geçildiği zamanların, her şeyi bilen, “ağzıyla kuş tutan” adamları ve kadınlarının üçüncü nesli.
Bu sözü yakın zamanlarda bir arkadaşımdan, ortak bir tanıdığımız hakkında konuşurken duydum. Bir arkadaşının, her şeyi bilen ya da bildiğin sanan başka bir arkadaşlarına taa yıllar önce yaptığı yakıştırma imiş. Hatta, arkadaşı daha sonraları bir internet sitesi bile kurmuş bu konuda. Siteyi ararken bu konuda yaklaşık on bin sonuçla karşılaşınca, doğrusu nutkum tutuldu. Aman Allahım, ne siteler, ne saptamalar, yaşayan ne isimler... Hıncal Uluç mu dersiniz, Erman Toroğlu mu?
“herbokolog.net” adlı internet sitesinin tanıtımında şöyle deniyor: “Soru sorarak hemen geyiğe başlayın. Bir herbokolog mutlaka sorunuzu yanıtlayacaktır.” Örnek olsun diye, “Osmanlı'daki mehter yürüyüşü nasıl ortaya çıkmıştır?” diye bir soru sormuşlar; cevabı akıl almaz bir tarih uydurmacası!

ÇOK DAHA CEVVAL VE ÇOK DAHA ÇALAKIL

Sanal sözlüklerdeki tanımlar ise, başlı başına toplumsal bir olguyla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Uğur Mumcu’nun yıllar önce “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma” diye tanımladığı hastalıklı durum bugün çok daha yaygınlaşmış, toplumun dokularını sarmış bir halde. “Ekmek Teknesi” adlı dizide Hasan Kaçan’ın canlandırdığı “Kaptan” karakterinin karikatürize ettiği tip, bugün gazete köşelerini, TV ekranlarını işgal etmiş durumda. Zamanın koşullarına uygun olarak çok daha genç, çok daha cevval ve çok daha çalakıl! Ve çok daha cahil elbette. Erkeklerde saçları jöleli, ya da tuhaf biçimde olan modelleri ile kadınlarda Alttan siyah bir örtünün saçları sımsıkı sardığı, üstten türlü renklerdeki eşarbın bunu örttüğü, uzun kollu gömleğin üzerine kısa kollu bir bluzun geçirildiği 70’li yılar gecekondu modasının büyük taşlı yüzükler ve makyajla tamamlandığı modeller bu neslin en her şeyi bileni… Öyle ki, dünyanın bir öküzün iki boynuzu arasında bulunduğunu iddia edebilecek kadar bilimle hurafe arasında mantık silsilesi kurabilir ve bunu alenen savunabildiği gibi deneyle de ispat edebilir.
Sanki her gün yaptıkları ne!?

3 Ekim 2010 Pazar

Dil Bayramı ve Türkçe’nin hali

... Aradan geçen 78 yılın özellikle son 30 yılının Türkiye’den de, Türkçeden de, tüm bayramlardan olduğu gibi “Dil Bayramı” kutlamalarından da çok şey alıp götürdüğü ne yazık ki, önümüzde duran acı bir gerçek. Ama yine de umutluyuz. Vaktiyle yabancı diller boyunduruğunda çok badireler atlatmış Türkçe, İngilizceleştirilme badiresinin de üstesinden gelecektir. ...

Geçtiğimiz hafta 26 Eylül günü, Dil Bayramı’nın 78. yılıydı. 1932’de Dolmabahçe Sarayı’nın Muayede/Bayramlaşma Salonu’nda çalışmalarına başlayan 1. Türk Dil Kurultayı’nın açıldığı gün, o zamandan bu yana 78 yıldır Dil Bayramı olarak kutlanıyor.
Bilindiği gibi, 12 Temmuz 1932’de Türk Dil Kurumu, “Türk Dili Tetkik Cemiyeti” adıyla devletten bağımsız bir dernek olarak Samih Rifat (Başkan), Ruşen Eşref Ünaydın (Genel Yazman), Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Celâl Sahir (üyeler) tarafından kurulmuş ve derhal 1. Türk Dil Kurultayı’nın hazırlıklarına başlamıştı. Bakanlardan milletvekillerine, üniversite öğretim üyelerinden dilbilimcilere, yazarlardan şairlere, gazetecilerden öğretmenlere, Türkçeyi yalın ve katışıksız konuştuğuna inanılan köylü ve şehirli halk temsilcilerine dek tüm Türkçe gönüllülerinin çağırıldığı Kurultay’a yaklaşık üç bin kişi katılmıştı.
Kurumun ana tüzüğünün yapıldığı ve 9 kişiden oluşan “Genel Merkez Heyeti”nin de seçildiği, onlarca bildirinin sunulduğu kurultay, 5 Ekim’de sona ermiş ve 7 maddelik bir çalışma programı kabul edilmişti:
1. Türk dilinin başka dil aileleriyle karşılaştırılması; 2. Türk dilinin birer tarihsel ve karşılaştırmalı gramerinin yazılması; 3. Anadolu ve Rumeli ağızlarından sözcüklerin derlenmesi, Osmanlıca sözcüklere Türkçe karşılıklar bulunması; 4. Türkçe bir sözlüğün ve gramerin hazırlanması; 5. Kurumun organı olarak bir derginin yayımlanması; 6. Türk dili üzerinde yazılmış yerli ve yabancı yapıtların toplanması ve gerekenlerin çevrilmesi; 7. Terimlerin Türkçeleştirilmesi.

İki yılda bir toplanması kararlaştırılan kurultayda alınan kararlardan biri de her yılın 26 Eylül’ünün kurum üyeleri arasında “Dil Bayramı” olarak kutlanmasıydı. Tam bir bayram havasında toplanan ve çalışmalarını sürdüren Kurultay’da yaşanan bu coşkunun gelecek nesillere aktarılması önerisi şair Halit Fahri Ozansoy’dan geldi. Ozansoy’un, 26 Eylül’ün Dil Bayramı olarak kutlanması yönündeki önergesi tüm kurultayca oy birliğiyle kabul edildi.

“NİÇİN CUMHURİYET SAVCILARI ONLARCA TABELAYI GÖREMEZ OLDU?”

Aradan geçen 78 yılın özellikle son 30 yılının Türkiye’den de, Türkçeden de, tüm bayramlardan olduğu gibi “Dil Bayramı” kutlamalarından da çok şey alıp götürdüğü ne yazık ki, önümüzde duran acı bir gerçek. Avrupa Konseyi’nin 2001 yılında, 26 Eylül’ü Türkiye’nin önerisiyle “Avrupa Dil Günü” ilan etmesiyle “Dil Bayramı”mızın “evrensel” boyut kazanmış olması ise boş bir avuntu.
Aslını 12 Eylül faşizminin kapattığı resmî TDK’nın düzenlediği kutlamalar, gördükçe gözlerimizi duydukça kulaklarımızı yakan bu acı gerçeği saklayan bir anlam taşımıyor mu?
Türk’ün “Turk, Turc, Turca”, Ankara’nın “Angora”, “Anadolu”nun “Anatolia”, hastane’nin “hospital”, merkez’in “center”, kahve’nin “cafe”, hoşçakal’ın “bye bye” yapılması gibi daha yüzlerce sözcüğün İngilizceleştirilmesini görmedikten, göz yumduktan sonra kime ne “Avrupa Dil Günü”nden!

“Yasayla korunan Harf Devrimi çiğnenirken, niçin cumhuriyet savcıları onlarca tabelayı göremez oldu? Yıllardır haykırıyoruz ve sesimizi duyan tek cumhuriyet savcısı çıkmamasına şaşırıyoruz!
Türkçe, bağımsızlığımızın simgesidir; “ses bayrağımız”dır; ulusal kimliğimizdir. Dilimiz sözcük sözcük çiğnenirken, Ankaramızın adını bozan “Ankamall” sözcüğüne ve tüm yabancı adlara artık katlanamayacağımızı belirtiyor; yıllardır ürününe, işyerine yabancı ad koyanlara karşı verdiğimiz savaşımı, cumhuriyet savcılarının görmesini, duymasını diliyor; bu savaşımın arkasını bırakmayacağımızı kamuoyuna duyuruyoruz!”
Yazar Sevgi Özel, yıllar önce böyle feryad ediyordu. Bu gün durum çok daha kötü…

“GÜZEL DİLİMİZ AYAKLAR ALTINDA!”

Resmî TDK, şaşaalı ama içi boş kutlama törenlerine bir yenisini daha ekleyedursun, bugünkü gerçek durum Ulusal Eğitim Derneği Başkanı Zeki Sarıhan’ın bayram mesajında:
“Türkçe, küresel güçlerin baskısı altındadır. Büyük kentlerimizin ana caddelerindeki işyeri adlarına bakan bir yabancının, Türkiye’de olduğunu algılaması zorlaşmıştır. İçişleri Bakanlığı’nın, Ticaret ve Sanayi Odalarının, belediyelerin çabalarıyla bu duruma son vermek hiç de zor değilken devlet hiçbir önlem almıyor. Dilseverlerin hazırladıkları yasa önerileri Meclis’te gündemden düşürülmüştür.
Türkiye’nin bir kısım devlet ve vakıf üniversitelerinde derslerin çoğu veya bir kısmının yabancı dille yapılması ise tam bir sömürge uygulamasıdır.
“Yabancı dil öğretmenin dünyanın her tarafında uygulanan yöntemleri varken, dersleri yabancı dille öğretmeye devam etmek, tam bir aymazlık, ulusal kimliğini inkâr ve aşağılamadan başka bir şey değildir. Türkiye bu bakımdan Osmanlı devletinin çöküş dönemini andırıyor.
İşyerlerimizdeki bu yabancı dil hayranlığı ve eğitim kurumlarında yabancı dille öğretim devam ederken hiç kimse Dil Bayramı’nı göğsünü gererek kutlayamaz.”
Bir de çağrısı var Zeki Sarıhan’ın
“Bütün aydınlarımızı, yabancı dille öğretime son verilmesi için başlattığımız kampanyaya katılmaya, yetkilileri bu konuda uyarmaya ve zorlamaya çağırıyoruz. Diline sahip çıkmayan bir ulusun geleceği yoktur.”