28 Kasım 2010 Pazar

Harput’un yanan sesi

... Ona “Harput’un Sesi” diyenler de vardı.
Yaşlı kuşaklardan türküseverler, “Harput Divanı/Ben Şehid-i Badeyem”, “Gam Zedeler”, “Ah Hele Zalım” “Ey Firak-i Leb-i Canan”, “Sinemde Bir Tutuşmuş Yanmış Ocağ Olaydı”, “Iğiki’nin Dört Etrafı Bahçalar” “Geldi Geçti”,“Kar mı Yağmış Şu Harputun Başına”, “Yara Benden”, “Uyan Yar”, “Bu Dere Baştan Başa”, “Yüksek Minarede Kandiller Yanar”, “Bir Şuh-i Sitemkâr Yine Saldı Beni Derde”, “Bu Dere Buz Bağlamış”, “Oy Akşamlar, Akşamlar”, “Mendilim İşle Yolla”, “Meteristen İneydim” gibi birçok gazel, hoyrat, maya, divan, müstezat ve türküyü onun şimdi çoktan artık plaklarda kalmış bulunan sesinden dinledi...



“Ahçiği yolladım urum eline
Eser bad-ı saba zülfün teline
Gel seni götürem İslam eline
Serimi sevdaya salan o Ahçik”

İlk dörtlüğünü aktardığım bu türkü, Birinci Dünya Savaşı yıllarında Harput’ta bir Türk genci (Mustafa) ile Ermeni kızı (Ahçik) arasındaki aşkı anlatıyor. Harput’ta hemen herkesin bildiği türkü, türküye konu olaylardan yaklaşık seksen yıl sonra Erkan Oğur’un yorumuyla Harput ve Elazığ’ın sınırlarını aşarak Türkiye çapında geniş bir dinleyici kitlesine ulaştı. Öyle ki, Elazığlı gazeteci Yücel Çakmak’ın yazdığı, bu aşk hikâyesini yaşandığı yılların toplumsal siyasal havası içinde anlatan bir de roman var: “Ahçik”.
Bunlar, türküyü dinleyen hemen herkesin bildiği şeyler…
Herkesin bilmediği, TRT repertuvarına 1984 yılında 2574 sıra numarasıyla kaydedilen bu türkünün, birçok Elazığ-Harput türküsü gibi, yeni kuşaklara ulaştıran kaynak kişisi!


“HARPUT’UN SESİ”

Ona “Harput’un Sesi” diyenler de vardı.
Yaşlı kuşaklardan türküseverler, “Harput Divanı/Ben Şehid-i Badeyem”, “Gam Zedeler”, “Ah Hele Zalım Dolan Gözler” “Ey Firak-i Leb-i Canan”, “Merhem Koyup Onarma”, “Sinemde Bir Tutuşmuş Yanmış Ocağ Olaydı”, “Iğiki’nin Dört Etrafı Bahçalar” “Geldi Geçti”,“Kar mı Yağmış Şu Harputun Başına”, “Yara Benden”, “Uyan Yar”, “Bu Dere Baştan Başa”, “Yüksek Minarede Kandiller Yanar”, “Bir Şuh-i Sitemkâr Yine Saldı Beni Derde”, “Bu Dere Buz Bağlamış”, “Oy Akşamlar, Akşamlar”, “Mendilim İşle Yolla”, “Meteristen İneydim” gibi birçok gazel, hoyrat, maya, divan, müstezat ve türküyü onun şimdi çoktan artık plaklarda kalmış bulunan sesinden dinledi.
Onu geçtiğimiz günlerde kaybettik. Elektrik sobasından tutuşan koltuğunda otururken yanarak öldü.
O, Elazığ-Harput müziğinde zamanın en iyi yorumcusu ve kaynak kişisi Enver Demirbağ idi.

AĞIZDAN AĞIZA-KULAKTAN KULAĞA

Enver Demirbağ, 1935 yılında Elazığ’ın Palu ilçesinde doğdu. Müziğe çocuk yaşta başladı. O yıllarda Doğu Anadolu şehirlerinde müzikle uğraşanların çoğunun hafızlıktan gelme kimseler oldukları hatırlanacak olursa, Enver Demirbağ’ın yetiştiği müzikal çevre de anlaşılacaktır. Enver Demirbağ da, müziğe, ilk derslerini Köğenkli Hafız Mustafa Süer’den alarak başladı. Elazığ-Harput müziği ve makamlarını, o zamanlar bu müzik ve makamların en iyi icracılarından biri olan Hafız Osman Öge’den usta-çırak ilişkisi içinde öğrenerek sürdüren Enver Demirbağ, giderek bu müziğin en iyi temsilcilerinden biri durumuna geldi ve kendisinden sonraki nesile de yine aynı geleneksel usûllerle, “ağızdan ağıza-kulaktan kulağa” aktardı. Halk müziği bağlama sanatçısı, araştırmacı ve derlemeci İhsan Öztürk, Elazığ-Harput müziğinin yeni nesil bazı icrâcılarında, Enver Demirbağ’ın nağmeleri ve tavrını, hatta bazı nağmelerdeki detonelerini dahi görmenin mümkün olduğunu söylemektedir: “Zaten bu müzik icrasındaki başarının ölçüsü de; yapılan nağmelerin bir önceki kuşağın yaptığı nağmelere ne kadar benzediğidir.” (ihsanozturk.com).


12 YILDIR FELÇLİ

Birçok sanatçının yetişmesinde emeği bulunan, repertuvara birçok türkü kazandıran, elindeki tüm Harput müziği repertuvarını –İhsan Öztürk bu sayıyı 115 olarak belirtiyor,- Kültür Bakanlığı Halk Kültürlerini Araştırma ve Geliştirme Genel Müdürlüğü, Folklor Arşivi’ne bağışlayan Enver Demirbağ, 9 Kasım gecesi kendi memleketi Elazığ’da, yalnız yaşadığı evinde elektrik sobasından tutuşan koltuğunda yanarak öldü. Gazetelere yansıyan bilgilere göre, 12 yıldır felçli olan Enver Demirbağ'a, gündüzleri, maaşı Elazığ Belediyesi tarafından karşılanan Hasan Taydaş bakıyor, sanatçı geceleri ise yalnız kalıyordu.
Toplumsal vefasızlığımızın bir örneği de bu.

21 Kasım 2010 Pazar

"Bordo Gül"

...Şair bir bütündür ve eşcinsel bir şair olarak Arkadaş Z. Özger, bütün şiirleriyle birlikte ele alındığında yaygın yanlış yaklaşımların tersine, “bireyci” değil toplumcu bir şairdir. Toplumcu şiirimizin bordo gülüdür. Eşcinselliği, onun toplumculuğunda bir leke olmadığı gibi, toplumculuğu da, eşcinselliği göz ardı edilerek ele alınamaz...

Mezartaşında ölüm tarihi yazmayanlardan… Geçirdiği bir kemik hastalığı –Ostomyolit- ruhunda derin yaralar açıp sağ bacağında karar kılmış, “güzel bir topallığı çirkin sağlamlıklar”a yeğ tutturan ve “hiç çocuk olmamış” bir çocuk. Bu nedenle de şiirlere sığınan bir yalnız, bir umutsever-“her insan bir umuttur. ama her umut bir olasılıktır”… Bir eşcinsel ve yine bu yüzden de yalnız bir umutsever. Adını “Arkadaş”a çevirip Zekai’yi Z.’de sıkıştırarak dönemin bu en önemli kavramına yaşanırlık da kazandıran bir şair ve yaşadığı “tereddütler” nedeniyle bir dönem dışlanmış bir devrimci. Yaşadığı yıllarda tereddüt olağan, korku ise çağlar boyunca en insani duygulardan biridir ya, Arkadaş’ın dışlanmasında bu “korku” ve “tereddüt”ün payı hemen hemen sıfırdır.

ANLAMLI BİR GAYRETKEŞLİK

Arkadaş Z. Özger’in duraksadığını şiirlerden, korktuğunu mektuplardan, ama bir korkak olmadığını yaşamının tümünden öğreniyoruz çünkü. Her şey bir yana, salt 1971’de “SBF baskını”nda yediği dayak ve bu baskın sırasında başına aldığı darbelerden ileri geldiği kabul edilen, aradan yıllar geçtikten sonra 5 Mayıs 1973’de Ankara’da bir sokakta ölü bulunması bunu anlamaya tek başına yeter de artar. Ama asıl sorun bu değil. Asıl sorun, ipuçlarını yazabildiği şiirlerde bırakmış bir şairin “itibar” ve hakkının bir türlü teslim edilmemesinde gösterilen anlamlı gayretkeşliktedir.
Yaşarken arkadaş çevresinden, ölümünden sonra da, yapılan yanlı değerlendirmelerle şiirimizden dışlanmasında bu tür saçma yargılara düşen büyük pay, sadece görünürde. Cinsel tercihi, şiiri bir birey olarak kendine dönük yaşaması, şiiri kendine dönük yaşarken odağına, ister dönemin etkisiyle denilsin, ister kendi seçimi böyle olduğu için toplumcu bir dünya görüşünden ileri gelen politiklikle kendi aykırı kişiliğinden ileri gelen daha farklı bir politikliği ayrı ayrı ve birlikte yerleştirmesi, şiirini, etkilenerek, ama İkinci Yeni’den de, 60’lı yılların İsmet Özel-Ataol Behramoğlu şiirinden de farklı bir yolda gerçekleştirmesi, burada sayılması gereken asıl nedenler olarak anılmalı.

ÖLÜLER DEĞİŞMEZLER

İlginçtir ve acıdır, ölümünden sonra bütün şiirleri bir araya getirilerek yayımlanan kitabı “Sevdadır”da yer alan ve kendisi ve şiiri hakkında taa yıllar önce yazılmış yazılar, önemli ölçüde bu yanlı, yanlış haksız yaklaşımların izini taşıyor. Yazıların tarihlerine bakarsak, yazarlarının fikirlerinin değişmediğini kolaylıkla anlarız. Daha da ilginç ve acı tarafı, Özger’in şiirini “bireyci” şiir kategorisine sokanlar, bugün, “bireyci” şiirin en “süzülmüş” örneklerini yazıyorlar, üstelik de pornografik temalarla…/Ölüler değişmezler, değişmenin bu türlüsü, ancak yaşayanlara özgü bir hastalık olmalı…

ŞAHLARI MAT ETMEYİ ÖĞRENMEK

Evet eşcinsel ve bunu daha 1967’de “Soyut” dergisinde yayımlanan ilk şiirinin başlığından -“Sakalsız Bir Oğlanın Tragedyası”- anlıyoruz. Kitaptan devam edersek, izleyen şiirlerde ve “Hüzün Mevsimi”nde de alttan alta süre giden bu temayı Cavit Kürnek’in özetleyerek aktardığı 1969’un Şubat’ından Temmuz’una kadarki zaman dilimini kapsayan mektuplardan da doğrulayabiliyoruz. Mektuplar, bu yılda yazdığı “Büyütürken Bir Gülü”, “Hüzün Mevsimi”, “Karınca Fil”, “İğdiş Bedevi” şiirlerinin de altyapısıdır aynı zamanda. Bireysel tragedyasını içeren bu tema sonraki şiirlerinde toplumcu bir dünya görüşüyle birlikte ve iç içe, sarmal bir biçimde sürecektir. Toplumcu dünya görüşüyle yazdığı “Tamirat”ta, “gördüm ki bir cuma gecesi ertesi” der, “babamın eskimiş bürokrat ayakkablarının tamiratına/nefretle vurduğu örsü ve çekici/öfkesini köseleden ayırdığı bıçak/açılmış bir gül gibi duruyor önümde” (Sevdadır, Mayıs Yayınları, genişletilmiş 6. basım, Eylül 2001, İzmir, sf. 135). “Müfreze”, “aykırı tek”in “çok”a katılmasını ele alan eleştiri yüklü bir şiirdir; “babasına kendi kavgasının bilincini veremiyen neferler şahları mat etmeyi nasıl öğretir” (Sf. 169).

PARÇALANAN ŞAİR BÜTÜNLÜĞÜ

Sonra ardı ardına “Pencere”, Yusuf Aslan için yazdığı “Orman”, “Müfreze” ile eş temalı “Aygın”, Deniz Gezmiş’e yazdığı “Sözcük” adlı şiirler gelecektir. “Kan Reçetesi”, “Ferhat”, “Günler Perişan”, “Aşkla Sana” ve “Sevdadır” adlı şiirler, Arkadaş’ın, ölümünden sonra diğerlerinden daha bir öne çıkacak şiirleridir ve başlı başına toplumcu öz taşıdıkları için öne çıkarılmışlardır. Oysa şair bir bütündür ve eşcinsel bir şair olarak Arkadaş Z. Özger, bütün şiirleriyle birlikte ele alındığında yaygın yanlış yaklaşımların tersine, “bireyci” değil toplumcu bir şairdir, parçalanamaz. O, toplumcu şiirimizin bordo gülüdür. Eşcinselliği, onun toplumculuğunda bir leke olmadığı gibi, toplumculuğu da, eşcinselliği göz ardı edilerek ele alınamaz.

ŞİİRİMİZİN BORDO GÜLÜ

Arkadaş’a erken gelmiş bir Murathan Mungan gözüyle bakılabilir. Ama yalnızca bu kadar ve yalnızca eşcinselliği dolayımıyla. Çemberi kıran kişi olarak Murathan Mungan, bugün bulunduğu, kitaplarının kapağına sadece fotoğrafını koydurduğu noktaya, solun darma duman edildiği 12 Eylül döneminde yerleşti. Şimdi, Arkadaş’ın, ölümünden sonra uzun süre unutulmasında, anımsandığında da “Ferhat”la sınırlandırılmasında, şiirini olgunlaştıramadan yaşamdan ayrılması yanında asıl olarak eşcinselliğinin etkili olduğunu saptayabiliriz. Edebiyatımızda sol için, sol adına ve sola rağmen tutum takınan, Arkadaş’ın şiirini “bireyci şiir” diye adlandırdıkları bir kategorinin içine hapsedenlerin bugün “bireyci” şiirin hem de eşi benzeri görülmemişlerini yazıyor olmaları ise, işin bir diğer ilginç ve acı olan tarafıdır.
Şiirimizin Bordo Gülü Arkadaş’ın şiirleri, “arkadaşları”nın yanlı değerlendirmelerinin dışında toplumcu-bireyci gibi toptancı yargıların dışında incelenerek değerlendirilmeye muhtaçtır.
(Mayıs 2006, Aydınlık).

14 Kasım 2010 Pazar

Abdülkadir Bulut: “Gülü saklayan yaprak”

...Abdülkadir Bulut’u “Kasabalı bir Lorca” yapan niteliklerden bir diğeri de, aynı zamanda halkın içinde ve halkla birlikte olmasıdır. Sanatçı yapısının kuruluşundaki sağlamlık da buradan kaynaklanır. Abdülkadir Bulut’un toplumcu-gerçekçi şiiri, Anamur’da yörük çadırlarından doğar; Kırıkhan’da mayalanır; İstanbul’da Alibeyköy’de tomurcuk verir...

Aslında ikisi de doğru. Evet, Erkan Yücel ve Abdülkadir Bulut, biri tiyatro ve sinema oyuncusu, öteki şair, yaşamdan yaratıcılıklarının daha başlangıcında genç yaşta ayrıldıkları için de büyükler; öte yandan da, belki yine garip gelecek ama, tam tersine, sanki büyük oldukları için de yaşamdan genç yaşta ayrılmışlardır! En azından, ikisindeki büyüklük de başlangıç haldeki bir öncelik olarak hep vardı ve öyle kaldı, yani tomurcuk bir gül durumunda.
Ama ölüm… Yani “Gülü saklayan yaprak”!
“KASABALI LORCA”
“Sen tek başına değilsin” adlı şiirinin, şairin doğayla iç içe yaşadığını, onun içinde ve onunla var olduğunu da gösteren bu dizesi, -“gülü saklayan yaprak”,- şiirin en vurucu dizelerinden biri aynı zamanda. Doğa ve doğadan süzülerek şiire geçen olaylar, olgular, durumlar Abdülkadir Bulut şiirinde hep var ve bu şiirin temel dayanaklarından, onu “Kasabalı bir Lorca” yapan niteliklerden yalnızca biri. Örneğin, “Sen tek başına değilsin” diyor bu dizeyi başlığa taşıdığı şiirde, “Yağmurda koşan taylar gibi/Ve toprağı iyice kavrayan/Kökler kadar akranın var/Omuzlarında hayat ve şiir/Alınterinden bir yürüyüş”. 1976 yılıdır ve yürüyüşleri grevler, grevleri boykotlar, boykotları işgaller ve kitle katliamları izler.
Abdülkadir Bulut’u “Kasabalı Lorca” olarak niteleyen ve bunun bir lakap haline gelmesine yol açan Cemal Süreya…
“HER ŞİİRİNDE ŞİİR VAR”
Böyle yakıştırmalar yapmayı seven bunda isabetli de olan Cemal Süreya, “Günübirlik”te şöyle yazmış:
“Abdülkadir Bulut için, Milliyet Sanat Dergisi’nin açtığı şiir yarışmasında ‘1974’ün övgüye değer şairlerinden’ biri olarak ödül aldığı zaman şöyle yazmışım: ‘her şeyi bir türkü kıvamında, bir türkü tadında eritiyor. Yerel görünümlere, durumlara dayanıyor. Ordan soylu imgeler yaratıyor. Ahmed Arif’i seviyor. Eskiden daha mı çok seviyordu? Kasabalı bir Lorca. Her şiirinde şiir var.’” (Günübirlik, Adam yayıncılık, İstanbul, Ocak 1982, sf. 81).
Cemal Süreya’nın 1975-76 yıllarında “Politika” gazetesinde yayımladığı yazılardan oluşan “Günübirlik”te ayrıca bir öngörü olarak şunlar da var:
“Abdülkadir Bulut nicedir dergilerde yayımladığı şiirlerini bir kitapta toplamış: Sen Tek Başına Değilsin. Kimi şairin şiirleri bir araya gelince bir yitirim olur. Şiirler bir birine fena borçlanır. Şiirsel gerilim dağılır, azalır. Kimi şairde de tersi olur. Şiirler kitapta bir araya gelince tek tek de ayrı bir ışıltı kazanır. Abdülkadir Bulut bu ikincilerden. Ben öteden beri severek okumuşumdur onun şiirlerini. Kitapta daha da sevdim. Bir şeyler tamamlanmış, bazı boşluklar dolmuş gibi geldi bana. Şu dize onun şiirini ne güzel anlatıyor: ‘Tozlaştı sessizce şiirin’. Sessizce tozlaşan bir şiir gerçekten. Bir yerde doğurgan bir şiir. Üstünde durulması gereken bir şair Abdülkadir Bulut. İzleyin. Hoş, ister istemez izleyeceksiniz.” (Age. Sf. 81).
GÖZYAŞLARI DA ÇİÇEK AÇAR
Cemal Süreya’nın, şairin ilk kitabından hemen sonra belirttiği “üstünde durulması gereken bir şair Abdülkadir Bulut. İzleyin. Hoş, ister istemez izleyeceksiniz” yargısına boşuna varmadığını, bunu, isabetli bir öngörüye dayandırdığını Abdülkadir Bulut’un ard arda yayımladığı şiir kitaplarından da çıkarabiliriz. “Sen Tek Başına Değilsin”i “Acılar Yurdumdur” (1981), “Kahveci Güzeli” (1981, çocuk şiirleri), “Yakımlar” (1982), “Gözyaşları da Çiçek Açar” (1983), “Sen Tek Başına Değilsin II” (1984), “Yurdumun Şiir Defteri” (1985) izler. Şairin bütün şiirleri, ölümünden sonra “Ülkemin Şiir Atlası” (1986) adlı kitapta toplanacaktır.
12 Eylül rejiminin olanca şiddetiyle sürdüğü zamanlar… Bir mezar taşından doğan “Gözyaşları da çiçek açar” adlı şirinde, “Ellerimi dokunduğum her yerde/Çığlık çığlığa kıvranıyor hayat” diyor, “Ve ölen arkadaşların giysilerini/Bir kere daha dürüp koyuyor analar/Çamaşır sandıklarına/Gözyaşları da çiçek açar”.
GÜR SESLİ, ALÇAKGÖNÜLLÜ, YUMUŞAK BAŞLI BİR BİLGE

Abdülkadir Bulut’u -bu tanıma katılmasam da, bana kalırsa o sadece Abdülkadir Bulut’tur,- “Kasabalı bir Lorca” yapan niteliklerden bir diğeri de, aynı zamanda halkın içinde ve halkla birlikte olmasıdır. Sanatçı yapısının kuruluşundaki sağlamlık da buradan kaynaklanıyor zaten. Bu, şu anlama da geliyor; Abdülkadir Bulut’un toplumcu-gerçekçi şiiri Anamur’da, harnupların yavşanların, hüsnüyusufların, yiğitlemelerin, koçaklamaların içinde yörük çadırlarından doğar; gurbette, Akşehir İlköğretmen Okulu’nda, Kırıkhan’da mayalanır; İstanbul’da Alibeyköy’de tomurcuk verir. Bu da onu yaşadığı yıllarda kendi kuşağının şiirdeki sözcülerinden biri haline getirir. “Üç yıldır Alibeyköy’deyim” diyecektir Haliç’e bakan gecekonduların içindeki bir ilkokulun pencerelerinden, “Gözlerimle görmesem inanamam/İşçi ve köylü çocuklarının/Kalem tutuşlarına bakarak/Değişiyor dünya”.
Daha sonra memleketi Anamur’a dönecek, şiiri, öğretmenliği ve kısacık yaşamını doğup büyüdüğü, topraklarda popüler, arabesk, sığ, alkolizmin batağına saplanmış, cinselliğe odaklanmış anlayışlara karşı gür sesli, alçakgönüllü, yumuşak başlı bilge bir karşı çıkış olarak sürdürecektir: “Aslında bir su damlası kadar hafiftir insan/Bir söz kadar uçucu, bir reyhan kadar yabani/Ve kırlangıçların gözleri kadar ürkek/Eğer cesaretle doldurmamışsa kalbini”
ÖLÜMÜN ALÇAKGÖNÜLLÜSÜ
- Ölümü de yaşamı ve şiiri gibi alçakgönüllü oluşuna bağlanmıştır Abdülkadir Bulut’un. 1985’in 8 Ağustos günü Anamur’a, köylülerinin mahkemesine gidiyormuş. Yoldan binen bir kadına yerini verip kendisi kapı önündeki tabureye oturmuş. Minibüs bir virajı alırken kapı ...
- “Ben aradığım her şeyi yana yakıla aradım” diyor ya “Ülkemin Şiir Atlası” adlı kitabında, ararken kendisini de saklamış olmalı, bir yaprağın arkasına tomurcuk bir gül gibi.
(Mayıs 2006, Aydınlık).

7 Kasım 2010 Pazar

Bağlacın düştüğü yer efsaneden daha gerçek


... Yılmaz Güney, Türkiye’de gelmiş geçmiş en iyi sinemacı, en iyi yönetmen, en iyi senaristti evet ama, Erkan Yücel de sırf “Endişe” filmindeki oyunuyla sinemada kendisini Yılmaz Güney düzeyine çıkarabilen bir oyuncuydu. Tiyatrodan gelen Erkan Yücel’in, sinemacılığı yıllara dayanan Yılmaz Güney’e “Endişe”deki oyunculuğuyla yetişmesi, Erkan Yücel’in sadece yeteneğinin boyutlarını gösterir. ...


Yılmaz Güney’in birkaç dakikalık görüntüsünü izlemek için -neredeyse sadece bunun için- düş kırıklığına uğrama korkusuyla istemeye istemeye gittiğim “Endişe” filminden yepyeni ve bambaşka bir oyuncuyla tanışarak çıkmanın verdiği doygunlukla, bu “endişe”min silinip gitmesinden geriye, bir cümleyle söylemek gerekirse, aklımda şu kalmış; Yılmaz Güney var, evet ama; Erkan Yücel de var!
BAĞLACIN DÜŞTÜĞÜ YER
Mafya babalarıyla da devrimcilerle de dost olabilen, laf atıldığı için sokak ortasında adam döven, 12 Mart’ta devrimcilere yardım ettiği için hapis yatan, “Endişe”nin çekimleri sırasında Adana’da yine bir laf atma nedeniyle savcı Sefa Mutlu’yu öldürmekten mahkum olan bu denli çok kişilikli Güney’de, bu olaydaki tutumuna kızsak da, üzülsek de, bütün bir 78 kuşağı kendimizden çok şey buluyorduk. Tek kelimeyle, bir efsaneydi Yılmaz Güney! Üstelik, sinemayı hapisaneden yazdığı senaryolarla –“Sürü”, “Yol”- sürdürüyor, bir yandan da siyasal bir hareket oluşturmaya çalışıyordu. Çeşitli akımlardan etkilenerek bir araya getirdiği eklektik düşüncelere katılmasak bile senaryosunu yazdığı hiçbir filmi kaçırmadığımız gibi –örneğin “Sürü” filmine mitinge gider gibi kalabalık gruplar halinde gitmiştik,- kitapları da –“Boynu Bükük Öldüler”, “Salpa”, vb.- hep başucumuzda durmaktaydı.
Bağlacın düşmesi hayli zaman aldı ve düştüğü yerde kaldı. İçimde…
ERKAN YÜCEL’DE OYUNCULUK, ABDÜLKADİR BULUT’TA ŞİİR

Yılmaz Güney, Türkiye’de gelmiş geçmiş en iyi sinemacı, en iyi yönetmen, en iyi senaristti evet ama, Erkan Yücel de sırf “Endişe” filmindeki oyunuyla sinemada kendisini Yılmaz Güney düzeyine çıkarabilen bir oyuncuydu. Yılmaz Güney’i sinemada çıtanın yükseldiği en son nokta olarak görürsek de böyle bu. Tiyatrodan gelen Erkan Yücel’in, sinemacılığı yıllara dayanan Yılmaz Güney’e “Endişe”deki oyunculuğuyla yetişmesi, Erkan Yücel’in sadece yeteneğinin boyutlarını gösterebilir. Yine de ikisini karşılaştırmak yanlış elbette. Farklı yerlerden geldiler, farklı çevrelerde ve farklı şekilde yetiştiler. Aynı alanda farklı şeyler yaptılar. Bu yüzden, sinemada Yılmaz Güney, Yılmaz Güney’dir her zaman ve Erkan Yücel de, -Charlie Chaplin’e benzetilmesi ayrı bir yanlışlık,- sadece Erkan Yücel’dir. Abdülkadir Bulut’a da böyle bakıyorum biraz. İkisi de genç yaşta ve birbirlerine yakın tarihlerde aynı yıl –birer ay arayla- trafik kazalarında yaşamdan ayrıldıkları için değil; sanatçı yapılarının kuruluşunun sağlamlığı bakımından… Abdülkadir Bulut’ta şiir neyse, Erkan Yücel’de oyunculuk odur. Ya da Erkan Yücel’de oyunculuk neyse Abdülkadir Bulut’ta şiir… Hayır, yaşamdan, yaratıcılıklarının daha başlangıcında genç yaşta ayrıldıkları için büyük değiller; belki garip gelecek ama, tam tersine, sanki büyük oldukları için yaşamdan genç yaşta ayrılmışlardır!

EFSANEDEN DAHA GERÇEK
Tiyatrocunun şanssızlığı, oynadığı oyunların bir daha aynı biçimde oynanamaz oluşudur. Ne var ki şansı da budur ve en azından video kameranın bu denli yaygın olmadığı altmışlı, yetmişli yıllar için geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Erkan Yücel’in “72. Koğuş”, “Durdurun Dünyayı İnecek Var”, “Müfettiş”, “Küçük Burjuvalar”, “Nafile Dünya”, “Ana” gibi oyunlardaki oyunculuğunu yalnızca anlatılanlardan biliyoruz. Sırtı seyircilere dönükken oyun arkadaşının karşısında takma dişini diliyle çıkarıp tekrar yerine koyması, AST’taki ceza tablosunda hep bu gibi suçlardan dolayı listenin başında yer alması, 12 Mart işkencehanelerinde Filistin askısında maymun taklidi yaparak arkadaşlarına cesaret vermesi, işkencecilerine Hitler’i oynaması, köylerde traktör römorklarından sahne kurması, bir oyunda oynaması valilikçe yasaklandığı için yerine geçen arkadaşı sahnedeyken kendisi de dayanamayıp aynı rolü kuliste oynaması gibi şeyler Erkan Yücel gibi yalın ve yaratıcı bir sanatçıyı efsane haline getirmiyor. Ancak açık bir gerçek olarak karşımıza koyduğu kesindir ve gerçekler efsanelerden daha keskindir. Erkan Yücel gibi bir sanatçının efsane olmaya ihtiyacı da yoktur üstelik. Zaten sanatını bu denli sağlam tutuşu da bu türden efsaneleri yıkmak içindir. Bunlar işin bir yanı…
Erkan Yücel’in sanatını besleyen, onu bir efsane değil bir gerçek haline getiren yanı örgütlü bir sanatçı olması, partililiği savunması ve yaşamında da buna uyması ve uygulamasıdır.
ALTIN YILLAR
Erkan Yücel’in Türkiye’de tiyatroya başladığı altmışlı yıllarda sanatçının solcu olup kendisini solda konumlayıp ifade etmemesi neredeyse “ayıp” sayılan bir şeydir. Türkiye’de solun altın yıllarıdır. Türk tiyatrosunun, sinemasının, şiirinin, romanının, hatta resminin ve bir bütün olarak da Türk kültür sanat ve edebiyatının altın yıllarıdır altmışlar... Şimdi neredeyse küreselci olmamak ayıp sayılmakta ve düzen, yıldızlarını altmışlarda “ayıp olmasın” diye solcu olanlardan devşirmektedir. Sol yaldızları dökülmüş bu eski yıldızlar; bol dizili televizyon kanallarında mankenlerin, şarkıcıların altında figürasyon yapıyorlar ve yine de oyunun motoru oluyorlar. Eski defterleri şöyle bir karıştırın göreceksiniz, birçoğu ya Erkan Yücel’le aynı tiyatroda bulunmuş, aynı oyunda oynamış, ya da Erkan Yücel’in okulunda yetişmiştir. Hasan Yalçın’ın deyimiyle, “Erkan Yücel’in tiyatrosunun perdecisi bile düzenin yıldızları içinde pırıl pırıl seçilebiliyor”.
BÜTÜN ÖLÜMLERDEN ERKEN ÖLÜM

- Sözgelimi, döneklik üzerine bir film yapacak olsaydık, filmimizde dönek’i oynayacak tek kişi, hiç kuşkusuz Erkan Yücel olurdu. Hiçbir tiyatro oyununu izleme olanağı bulamadığım Erkan Yücel’in, kendisine ilişkin anlatılanlara, Hasan Yalçın’ın yazılarına, Erkan Yücel’in kendi yazdıklarına bakmadan “Endişe”, “Hakkâri’de Bir Mevsim”,“Yorgun Savaşçı” ve "Bereketli Topraklar üzerinde" filmlerindeki oyunculuğuna bakarak söylüyorum bunu.
- Cemal Süreya’nın “Üstü Kalsın” şiirindeki “her ölüm erken ölümdür” dizesi geliyor aklıma.
- Erkan Yücel’in ölümü bütün ölümlerden daha erken bir ölüm.

(Mayıs 2006).