20 Haziran 2010 Pazar

Enver Gökçe: şiirin emekçisi, emekçinin şairi

Enver Gökçe’nin Aydınlık’ın fotoğraf arşivinde, pek az bilinen ve pek az yayımlanmış bir fotoğrafı var. Enver Gökçe’yi ve yaşamını uzun ve tumturaklı cümlelerle kurulmuş bir hayat hikayesi yazısından çok daha iyi anlatan bir fotoğraftır bu. Şairin tüm yaşamı adeta bu fotoğrafta özetlenmiş gibidir.

Siyah-beyaz çekilmiş fotoğrafta Enver Gökçe, vücudunun olanca ağırlığını adeta alnında toplayarak bir gazete kesiğinin üzerine eğilmiş sanki tashih (düzeltme) yapmaktadır. Herhangi bir amaçla özellikle poz vermediği açıkça belli olan, belki de kendisine sezdirilmeden çekilen bu fotoğrafta şair, elindeki gözlüğün sapıyla –gözlüğün yalnızca sapı fotoğraf karesine girebilmiştir,- satırları takip etmekte, öteki eliyle de kâğıdın düz durmasını sağlamaktadır. Şair, objektife değil de baktığı gazete kesiğindeki yazıların içinde nerdeyse gömülmüş bir haldedir.
Fotoğraf, Enver Gökçe’nin Ankara’da gazetelerde bir fikir emekçisi, düzeltmen olarak çalıştığı yıllardan kalma olsa gerek.

YEDİ YIL HAPİS İKİ YIL SÜRGÜN

Yine de özetlemekte yarar var:
Enver Gökçe, Erzincan’ın Kemaliye ilçesinin (Eğin) Çit Köyü’nde doğdu. İlk, orta ve liseyi Erzincan’da bitirdi. Yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi Dil ve tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde tamamladı. İstanbul kadırga Öğrenci Yurdu yöneticisiyken TCK’nun 141. maddesine aykırı eylemde bulunmak suçundan tutuklandı ve hüküm giydi. Yedi yıl hapis iki yıl sürgün cezası aldı. İlk şiirleri 1943’te “Ülkü” dergisinde yayınlanan şair, yüksek öğrenimi sırasında yayınlanan “Ant” dergisinin yöneticileri arasında yer aldı. Şiirleri “Yurt ve Dünya”, “Ant”, “Gün”, “Söz”, “Yağmur ve Toprak” ve “Yeryüzü” dergilerinde yayımlanan Enver Gökçe’nin ilk kitabı “Dost Dost İlle Kavga” 1973 yılında yayımlanmıştır.

“BİR HALK ADAMININ COŞKULU, KATIKSIZ SESİ”

Memet Fuat’ın, yayımlandığı günlerde büyük tartışmalara yol açan “Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi”nde yer vermediği Enver Gökçe’nin şiiri için Ataol Behramoğlu, iki ciltlik “Büyük Türk Şiiri Antolojisi”nde şunları saptıyor:
“1940’lı yıllar toplumcu şiirinin en önemli şairlerinden Enver Gökçe’de, konuşma dili yalınlığı ile, Nâzım Hikmet şiirinin özgür koşuk özelliklerini ve yine Nâzım Hikmet’in coşkun, devrimci lirizmini buluyoruz. Gökçe bu özelliklere, türkülerden, halk konuşma dilinin deyimlerinden de ustalıkla yararlanarak, emeğin, sevginin ve barışın gerçek anlamlarını bilen bir halk adamının coşkulu, katıksız sesini, halk koçaklamalarının yiğitçe edasını ekliyor… Enver Gökçe’nin şiirleri, Ahmed Arif’-inkilerle birlikte toplumcu şiirimizin, halk kaynağından dolaysızca beslenen bir ana damarını oluşturmaktadır.” (A.g.e., Sosyal Yayınlar, 6. basım, 2001, İstanbul, sh. 716).

İŞÇİNİN VE EMEKÇİNİN ŞAİRİ

Burada katıldığım ve altını özellikle çizmek istediğim yerlerden biri, “1940’lı yıllar toplumcu şiirinin en önemli şairlerinden Enver Gökçe” tespiti ile, “emeğin, sevginin ve barışın gerçek anlamlarını bilen bir halk adamının coşkulu, katıksız sesi” tanısı. Gerçekten de Enver Gökçe şiiri, Ahmed Arif şiiri ile birlikte –onlara Niyazi Akıncıoğlu’nun şiirlerini de katarsak- 1940’lı yılların, 2. Dünya Savaşı yıllarının karanlığında “garip şiiri” karşısında, toplumcu şiirin öncü şairi Nâzım Hikmet’in kendisinin hapiste, şiirinin de yasak olduğu bir zamanda, yayımlanabildikleri ölçüde tüm eksik ve eleştirili yanlarıyla birlikte şiirimizin devrimci, aydınlık ve toplumcu yanını oluşturdular. Aynı zamanda ulusal yanını da. Şiirlerinde kullandıkları imgelerden tutun da ele aldıkları konulara, kullandıkları sözcüklere, hatta eklere kadar yer verdikleri her şey Türkiyelidir. Enver Gökçe’nin şiiri ise ayrıca, açıkça emekçiden ve işçi sınıfından yanadır. Bu anlamda Enver Gökçe’yi işçi sınıfı şairi kabul etmek, şiirlerini de sınıf şiiri olarak görmek hiç de yanlış olmayacaktır. Evet, Enver Gökçe’nin şiirlerinde sevgi ve barış temaları da var ve bu genel insani temalar hemen her şairde var; oysa hemen her şairde olmayan ancak pek az şairde bulunan sınıfsal tavır Enver Gökçe’de temel ideolojik tutumdur. Şiirin emekçisi Enver Gökçe, aynı zamanda, şiirleriyle olduğu kadar yaşamıyla ve yaşamıyla olduğu kadar da şiirleriyle işçinin ve emekçinin şairidir. Onu, çeşitli nedenlerle adının birlikte anıldığı Ahmed Arif’ten –ve Niyazi Akıncıoğlu’dan- ayıran en önemli kıstas budur.

13 Haziran 2010 Pazar

Ahmed Arif ile Enver Gökçe: İki şairin ortak kaderi








Refik Durbaş’ın Ahmed Arif’le 1989’da yaptığı, önce Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan daha sonra aynı adla kitap olarak basılan “Kalbim Dinamit Kuyusu”nun hikâyesinin, İlhan Selçuk’un Refik Durbaş'a sorduğu bir soruyla başladığı yolundaki yaygın tevatürü, buna kitabın arka kapak tanıtımında da yer verildiğine bakarsak gerçek kabul etmek gerek. Burada yazıldığına göre, İlhan Selçuk, Ahmed Arif ile Enver Gökçe'nin şiirlerindeki benzer iki dizeyi hangisinin daha önce yazdığını merak etmektedir… Nitekim, “Bir süre sonra da Refik Durbaş'tan Ahmed Arif ile bir söyleşi yapmasını ister. Söyleşi yapılır ve önce gazetede, daha sonra da kitap olarak yayımlanır. Söyleşi de, kitap da büyük ilgiyle karşılanır.”
Birbirine benzer iki dizeyi kimin daha önce yazdığına yönelik bir merak, sonradan kitap olacak kapsamlı bir röportaja dönüşüyorsa, burada, bu konuda edebiyat dünyasında büyük bir tartışma var demektir.

YARIM YÜZYILLIK BİR “EDEBİYAT TARTIŞMASI”

Böyle bir tartışmanın saçmalığının ayrı bir tartışma konusu olması bir yana, bu tartışma olmuştur, yapılmıştır ve vardır…
İki şairin şiirlerindeki başka anlamsal ve söz dizimsel benzerliklerin yanında, bu birbirinin neredeyse aynısı iki dizelerin Ahmed Arif’in “Hasretinden Pırangalar Eskittim” şiirindeki “Saçlarına kan gülleri takayım/Bir o yana/Bir bu yana” dizeleri ile Enver Gökçe’nin “Ne Fayda” şiirindeki “Saçlarına/Kızıl güller takayım/Salın da gel,/Bir o yana/Bir bu yana” dizeleri olduğu, şiirle ilgilenen kimselerin yakından bildikleri bir şey. Ne var ki, konu burada ve bu kadarla kalmamış, bidayette şairlerin kendilerinin başlattıkları, zamanla, üzerine yazıların yazılıp araştırmaların yapıldığı yarım yüzyıllık bir edebiyat tartışması haline gelmiş, Ahmed Arif şiiri ele alındığında Enver Gökçe, Enver Gökçe şiiri ele alındığında ise Ahmed Arif zikredilmeden geçilememiştir. Birbirleri hakkındaki iddiaları, bu iddiaları doğrulayan ya da yalanlayan tanıkların –eğer inanmak gerekirse- söyledikleri ne olursa olsun, iki şairin şiiri de bütün bu tartışmaların üstünde ve ötesindedir. Her iki şairin şiirini değerlendirme ölçütleri de yine bu şiirlerin kendi içlerinde bulunmaktadır.

DEDİKODUDAN ÖTE GEÇMEYEN İDDİALAR

Öte yandan, buna pek edebiyat tartışması da denemez aslında. Tartışılan, şairlerin şiirleri değil –kuşkusuz bunu yapan çok değerli çalışmalarda vardır; Ahmet Oktay’ın Ahmed Arif’in şiiriyle ilgili çalışması “Karanfil ve Pranga” bunlardan biridir,- birbirleri ile olan çekişmeleri, birbirleri hakkındaki iddialarıdır. Sonra da, bu iddialara tanıklık edenlerin tanıklıklarına, çoğu dedikodudan öte gitmeyen bir takım iddialara dayanan, bir şairi diğerinin karşısına çıkaran anlamsız, hatta saçma ve önemli ölçüde de kişisel nedenlerin yön verdiği gizli saflaşmadır.
Toplumcu şiirimizin 1950’li yıllarda Nâzım Hikmet’ten sonra yetişen üç önemli şairinden ikisini (üçüncüsü Niyazi Akıncıoğlu) birbirinin karşısına çıkararak değerlendirmek, iki şaire de yapılabilecek en büyük haksızlıktır. İşin kötüsü bu haksızlık hep yapılagelmiştir.
Ahmed Arif karşısında Enver Gökçe’yi haklı bulmak, ya da tersine inanmak başka bir şey; Ahmed Arif’in şiirini tekdüze, kısır ve “ağız şiiri”, Enver Gökçe’nin şiirini ise işçi sınıfı şiiri olarak değerlendirmek başka bir şeydir. İlki edebiyat dışı, duygusal bir tutumdur. İkincisi edebiyat anlayışıyla ilgilidir.

İKİ ŞAİRİN ORTAK KADERİ

Oysa üzerinde asıl durulması gerekli şey, ortak siyasal geçmişten gelen, benzer acıları ve sıkıntıları yaşayan –hapisane, işsizlik, yoksulluk, vb.- iki şairin de -Niyazi Akıncıoğlu’nu da buna katabiliriz- şiir yazmayı sürdürememiş olmalarıdır. Bundan önce değindiğim gibi, Ahmed Arif, “Hasretinden Prangalar Eskittim”den sonra hiç şiir yayımlamadı, hatta yazmadı. Ölümünden sonra 2003’te yayımlanan “Yurdum Benim Şahdamarım”daki şiirler, tek kitabı olan “Hasretinden Prangalar Eskittim”e almadıklarıdır. “Hasretinden Prangalar Eskittim”deki şiirlerin yetkinliğinden oldukça uzakta bulunan bu şiirler, Cemal Süreya’nın 1969’da bu tür şiirin başka örnekleri için ileri sürdüğü o “tuhaf” sonu yaşamışlardır.
Şiirleri 1945-1951 arasında “Yurt ve Dünya”, “Ant”, “Gün”, “Söz”, “Yağmur ve Toprak” ile “Yeryüzü” dergilerinde yayımlanan Enver Gökçe ise bir bakıma Ahmed Arif’le aynı kaderi paylaştı. Dergilerde kalan şiirleri ile yayınlanamayanlardan ancak bulunabilenleri 1973’te “Dost Dost İlle Kavga” adıyla bir kitapta toplanabildi. “Panzerler Üstümüze Kalkar” ise 1977’de yayımlanabildi.

13 Haziran 2010

6 Haziran 2010 Pazar

Ahmed Arif ve bir dönemin ruhuna uygun şiirler…

Ahmed Arif’in tek şiir kitabı olan “Hasretinden Prangalar Eskittim”in 70’li yıllarda ve daha sonra ulaştığı baskı sayısında, kitabın Yılmaz Güney’in “Arkadaş” adlı filminde, filmin yanılmıyorsam başlarında, filmin kahramanı Âzem’in arabasının arka koltuğu üzerinde görünmesinin dolaylı bir etkisi olmalı. Ben kitabın 40. basımını gördüğümü hatırlıyorum. 2008’de 68. basımı yapılmış. Elimdeki ise kitap 26. basım.

LİSTENİN EN BAŞINDA

12 Mart sonrasında -75/76’larda- Türkiye sol hareketlerinin toparlanmasında müziğin, edebiyatın, özellikle şiir ve romanın yanı sıra sinemanın, sanatsal içerikleri ve estetik değerleri tartışılmakla birlikte, moral etkisi tartışılmaz. Şiir alanındaki bu moral etkiyi üç şaire pay etmek mümkün. Ahmed Arif, Nâzım Hikmet, Hasan Hüseyin…
Ahmed Arif’in en başta bulunduğu bu listede, Enver Gökçe, Arif Damar, Ataol Behramoğlu, Nihat Behram ve o yıllarda islamcılığı seçen İsmet Özel daha alt sıralarda yer aldı. 70’lerin sonuna doğru İsmail Uyaroğlu, Seyyit Nezir, Ahmed Erhan gibi daha genç şairler ise, oldukça sınırlı denilebilecek bir çevrede oldukça sınırlı denilebilecek bir etkiye sahip oldular.
“Hasretinden Prangalar Eskittim”, şiir kitapları içinde “çok satanlar”da da listenin en başındaydı.

DÖNEMİN RUHUNA DENK DÜŞEN ŞİİRLER

Ahmed Arif’in, listenin başında yer almasında dönemin ve dönemin sol hareketinin dolaylı bir etkisi olmalı. O yıllarda pek çok genç solcunun, şairin adını, solun gruplar halinde film izleme eyleminin başlangıcına konulabilecek olan “Arkadaş” filminden öğrendiğini ileri sürebiliriz. Ahmed Arif’in şiirleri, dönemin ruhuna denk düşüyordu. 68-71 sol hareketinin önderleri ya öldürülmüşler ya da hapishanelere konulmuşlardı. Adları çevresinde oluşturulan söylenceler, ozanların bağlamalarının tellerinde devrimci menkıbelere dönüşmüş, “kavga”da ölmek/”şehit düşmek” kutsallaştırılmış, ölüm övgüsünü konu alan ağıt, türkü ve marşlar hayli geniş sayılabilecek bir repertuvar oluşturmuştu. Dönemin diyeleğine bakıldığında “kavga”, “dava”, “yumruk”, “kurşun” gibi erkek ağızlı sözcüklerin meydana getirdiği minik bir sözlükten bile söz edilebilir. Örneğin bu sözlükte aşkın adı sevdadır ve “kavga” ile iç içe geçmiş bir halde “sol” gizemli ve mistik bir anlamı vardır. Aynı sözlüğe hem dönemin şiirinde hem de “Hasretinden Prangalar Eskittim”de, üstelik daha yoğun olarak rastlıyoruz. “Hasretinden Prangalar Eskittim”, şiirin kendisi ve bu başlık altında toplanan şiirlerin tümü olarak, bu havayı kendinde en iyi veren örnek durumunda.
“Hasretinden Prangalar Eskittim”de, ayrı olarak, yer yer külhani bir tutumun etkili olduğu, yer yer hapisane argosunun baskın çıktığı, bir yanıyla da sol siyasi bir duruşa sahip bir aşiret çocuğunun -dolayısıyla da feodal- erkek egemen söylemi etkin.

ORAL ŞİİRİN TUHAF KADERİ

Cemal Süreya, Ahmed Arif’in şiirlerinin “Hasretinden Prangalar Eskittim” başlığı altında ilk defa yayımlanmasının ardından “Papirüs” dergisinin Ocak 1969 tarihli sayısında yazdığı yazıda bu şiirler için, bir bölgenin yerel ağzı/diyelek anlamında “oral”, “ağza ilişkin şiir” kavramını kullanıyor. “Onun şiiri,” diyor, Cemal Süreya; “konuşmasından alınmış herhangi bir parça gibidir; konuşması ise, şiirin her yöne doğru bir devamı gibi. Bir bakıma ‘Oral’ (ağza ilişkin) bir şiirdir onunki. Bizde oral şiirin tuhaf bir kaderi vardır: bu şiirde, genellikle, ya kuru bir söylevciliğe düşülür, ya da harcıalem duyguların tekdüze evrenine. Daha doğrusu, nedense şimdiye kadar genellikle böyle olmuştur. Bu, sözün yakışığı uğruna, şiirin elden çıkarılması, harcanmasıdır. Ahmed Arif’in şiirinde böyle bir sakınca yok.” (Hasretinden Prangalar Eskittim, Cem Yayınevi, İstanbul 1991, 26. basım, sf. 115.)
Cemal Süreya’nın yaklaşık kırk yıl önce yaptığı değerlendirmeye bugün buradan bakınca, aynı kanıya varmanın pek de mümkün olmadığını, tam tersine, Süreya’nın da dediği gibi tekdüze ve kısır bir şiir olan “oral şiir”in Ahmed Arif’te de aynı sonucu doğurduğunu, o “tuhaf kader”i yaşadığını görebiliriz: Ahmed Arif, “Hasretinden Prangalar Eskittim”den sonra hiç şiir yayımlamadı, hatta yazmadı. Kitabına almadıkları ile sonradan yazdığı söylenen birkaç şiirin bir araya getirildiği, okurun bu şiirlerle ilk kez Refik Durbaş’ın şairle yaptığı röportajlardan oluşan “Kalbim dinamit kuyusu” adlı kitapta karşılaştığı “Yurdum Benim Şahdamarım”, Ahmed Arif’in ölümünden sonra 2003’te yayımlandı.

2 Haziran 1991’de hayata veda eden Ahmed Arif’in ölümünün 19. yılında şairin bunları tartışmak istedim. Konuyu haftaya da sürdüreceğim.

6 Haziran 2010