25 Eylül 2010 Cumartesi

Toplumsal vefasızlığımızın bir örneği ve Ruhi Su

Yorumladığı her türküyü kaynağından derleyen, geniş bir repertuvar oluşturan, temiz ve doğru bir icra gerçekleştiren, Yunus’u, Pir Sultan’ı, Karacaoğlan’ı, Köroğlu ve Dadaloğlu gibi daha nice ozanı sesi ve sazında birleştiren Ruhi Su, hala en çağdaş, en güncel ve en yetkin ozanlarımızın başında gelmektedir. Ölümünün 25. yılında, adına kurulu “Ruhi Su Kültür ve Sanat Vakfı”nın maddi imkansızlıklar nedeniyle kapanmasının altında ise, büyük ölçüde toplumsal vefasızlığımız yatmaktadır.


Bu hükümet
Pir Sultan’a pasaport vermiyor,
Onu anladık.

Yunus Emre’ye de
Basın Kartı vermiyor,
Onu da anladık.

Ama bu hükümet
Ferman çıkarmış
Karacaoğlan’ı
Otobüse bindirtmiyor.”

PASAPORT YASAĞI!

Yukardaki dizeler, Cemal Süreya’nın “Hükümet” adlı şiirinden...
Daha önce başka bir vesileyle değinmiştim; “Hükümet”, Cemal Süreya’nın çok önemli şiirlerinden biri değildir. Hatta iyi şiirlerinden biri de değildir. Ancak son derece siyasal yergi içeren bir şiirdir. Daha doğrusu Cemal Süreya’nın pek az yazdığı hicivlerden biridir. İlk kez 1989’da “Yeni Yaprak” dergisinde yayımlanan şiir, 12 Eylül’ün sanat ve sanatçılar üzerindeki zulmünü çarpıcı imgelerle anlatmaktadır. Halk şiirimizde ve Türkçenin gelişiminde çok büyük katkıları bulunan üç ozan, Pir Sultan Abdal, Yunus Emre ve Karacaoğlan söz konusu edilerek ele alınan bu zulmün, eğer unutmamışsak, yüzünü en açık gösterdiği olaylardan biridir “Hükümet” şiirinde dile getirilen yurtdışına çıkış yasağı.

ZULÜMLERİN EN KORKUNÇLARINDAN BİRİ

O yıllarda birçok aydına pasaport vermeyen 12 Eylül yönetimi ve onun uzantısı Anap hükümetince, hatırlarsak, Ruhi Su’ya da kanser tedavisi için yurt dışına gitmek istediğinde pasaport verilmemişti. Başbakanı’nın ABD’de Huston’da bypass olduğu hükümetin, Türkiye’de tedavi umudu kalmamış Ruhi Su’ya yurt dışında tedavi hakkı tanımaması, adaletsizliği yanında bir insana uygulanabilecek zulümlerin en korkunçlarından biridir.
Nitekim, Ruhi Su, üzerinden çok geçmeden, 20 Eylül 1985’te hayattan ayrılmıştı.

YETİMLER YURDU’NDAN RIYASETİ CUMHUR ORKESTRASI’NA

1912’de Van’da doğan Mehmet Ruhi Su, 1915’teki tehcir olayları sırasında ailesini kaybeden Ermeni asıllı çocuklardan biri olduğu iddia edilse de Birinci dünya savaşının kimsesiz bıraktığı binlerce çocuktan biridir. Yıllarca süren savaşların ardından kurulan Cumhuriyet, o binlerce çocuk gibi Mehmet Ruhi’nin de kimsesi oldu. “Dar-ül Eytam-Yetimler Yurdu”ndayken Ankara Müzik Öğretmen Okulu sınavını kazanırsa da yerine bir arkadaşını gönderir. Bir yıl sonra sınavı tekrar kazanır ancak bu kez de tüm “Dar-ül Eytam” çocukları askeri okullara gönderileceği için gidemeyecektir. Kısacası, Ruhi Su’nun yaşamında müzik, taa o zamanlardan beri var.
İstanbul Halıcıoğlu Askeri Lisesi’nden öğretmen okuluna geçecek, Cumhurbaşkanlığı Orkestrası’na seçilecek, ayrıca Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde müzik dersleri verecek, 1942’den 1945’e kadar Radyo’da türküler söyleyecektir. “Basbariton Ruhi Su Türküler Söylüyor” adlı program, Alevi türküleri söylediği, komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle kaldırılır. Birçok operada başarılı roller alan sanatçı, “1951 Tevkifatı”ında “Konsolos” operasının provaları sırasında tutuklanır. Beş ayı Sansaryan tabutluklarında olmak üzere 5 yıl tutsaklığın ardından Konya-Çumra’da sürgün yılları… İşsizlik, yoksulluk, kimsesizlik derken, İstanbul’da gece kulüplerinde türkü söylemeye başlayan Ruhi Su, arkadaşlarının yardımıyla imece plakları yapmaya başlar.


TOPLUMSAL VEFASIZLIĞIMIZ

Geniş ilerici aydın çevreler ve halk, Ruhi Su’yu “Seferberlik Türküleri”yle tanımaya başladı (1970). “Kuvayı Milliye Destanı”nını (1971) sırasıyla, Yunus Emre(1972), Karacaoğlan (1973), Pir Sultan Apdal (1974 ), Şiirler Türküler (1975), Köroğlu (1976), El Kapıları (1977), Sabahın Sahibi Var (1978), Semahlar (1979), Çocuklar Göçler Balıklar (1980), Zeybekler (1982 ) izledi. Ruhi Su 1975’te “Dostlar Korosu”nu kurdu. “El Kapıları”, “Sabahın Sahibi Var” ile “Semahlar” bu dönemin ürünü.
Ruhi Su’nun önemi, siyasal düşünüşünden önce, halk müziğine verdiği emekten gelir. Arabesk’in alıp başını gittiği bir dönemde, Ruhi Su, halk türkülerimizi yalın, çağdaş, özüne uygun ve seçici bir bakış açısıyla ele alıp yorumladı. Yorumladığı her türküyü kaynağından derleyen, geniş bir repertuvar oluşturan, temiz ve doğru bir icra gerçekleştiren, Yunus’u, Pir Sultan’ı, Karacaoğlan’ı, Köroğlu ve Dadaloğlu gibi daha nice ozanı sesi ve sazında birleştiren Ruhi Su, hala en çağdaş, en güncel ve en yetkin ozanlarımızın başında gelmektedir.
Ölümünün 25. yılında, adına kurulu “Ruhi Su Kültür ve Sanat Vakfı”nın maddi imkansızlıklar nedeniyle kapanmasının altında ise, büyük ölçüde toplumsal vefasızlığımız yatmaktadır.

19 Eylül 2010 Pazar

Yorumsuz

“…kararım şu, gelecek seçimlerden bir iki ay önce yine yazıp konuşma imkanım olursa çıkar görevimi yaparım, içinizde en çok konuşan en çok yazı yazan kardeşinizim, gücüm buraya kadar.. Bağışlayın. …Şimdi bırakmadan önce yazarlığı son satırına gelmişken yazarlığım, şiirimiz ne diyor yorumlamak istiyorum, son cümlem: ‘rüyamızda bulutların ardından akan yarimizi görmüştük, hepsi buydu, hayat dünya her şey işte hepsi bu kadarcık’..” (Nihat Genç).


1. ÖLDÜĞÜ İÇİN HABER OLDU

Tekirdağ'ın Çorlu İlçesi'nde Atatürk Çok Programlı Lisesi'nde sözleşmeli öğretmenlik yapan 44 yaşındaki Ahmet Fazlı Elçi hamallık yaparken kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti. Ataması yapılmayan 300 bin öğretmenden biri olan Elçi'nin sözleşmeli çalıştığı okuldan yaz aylarında maaş alamadığı için hamallık yaptığı belirlendi.
Milli Eğitim Bakanlığı'nca gönderilen kitapları okul binasına Din Kültürü öğretmeni Ahmet Fazlı taşıyan Elçi, bunaltıcı sıcakta baygınlık geçirdi. Okuldaki görevlilerce sağlık ocağına götürülen öğretmenin kalp krizi geçirdiği anlaşıldı. Yarım saat doktorun gelmesini bekleyen öğretmen kurtarılamadı. Elçi’nin yaklaşık 20 yıldır sözleşmeli öğretmenlik yaptığı öğrenildi. Çalışmadığı döneme ait sigorta primlerini dışarıdan kendisi ödeyen Elçi’nin emekli olmasına dört yıl vardı. Evli ve iki çocuk babası olan Ahmet Fazlı Elçi, kitapları taşıması karşılığında 40 TL kazanacaktı. (7 Ağustos 2010 tarihli gazeteler.)

2. “MİLLİ BEKA AÇISINDAN EN AZ 3 ÇOCUK”

İzmir'de taziye ziyaretine gittiği sırada protesto ettiği Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün girişimleriyle Antalya'daki bir otelde işe başlayan, daha sonra işi bırakıp evlenerek herkesi şaşırtan 33 yaşındaki Sinem Örsçek, “Milli beka açısından en az 3 çocuk yaparak, ruhsal ve psikolojik açıdan sağlıklı çocuklar yetiştirmenin en doğrusu olduğuna eşimle karar verdik” dedi.. DHA muhabiri Turaç Top’un haberine göre, 4 Temmuz 2009 akşamı, İzmir'e taziye ziyaretine gelen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün yolunu keserek, “İki üniversite bitirdim. İşsizim. Bu insanlar sizi neden alkışlıyor anlamıyorum. Bu ülkede neler oluyor bilmek istiyorum. Biri söylesin” sözleriyle, dikkatleri üzerine çeken Örsçek, “Kısmet olursa çocuklarımıza ‘Recep', ‘Tayyip' ve ‘Abdullah' adını vereceğiz” dedi Hacettepe Üniversitesi İstatistik Bölümü mezunu olan ve endüstriyel tasarım üzerine master yapan Örsçek'e, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün girişimiyle Antalya'da 5 yıldızlı bir otelde iş bulundu. Yeni yaşamındaki duygularını yazdığı bir mektupla dile getiren Örsçek, 1 dakikanın insan hayatında çok şey değiştirilebileceğini anlatırken şöyle demiş:
“Çalıştığım otele adını veren Calista'nın efsanesini kendime yaşam biçimi yaptım. Sonunda eşimle üstün kamu yararı gözeterek birlikteliğimizi evlilik kurumuna dönüştürmenin en iyisi olduğuna karar verdik. Milli beka açısından en az 3 çocuk yaparak, ruhsal ve psikolojik açıdan sağlıklı çocuklar yetiştirmenin en doğrusu olduğuna eşimle karar verdik. Kısmet olursa çocuklarımıza ‘Recep', ‘Tayyip' ve ‘Abdullah' adını vereceğiz. Türk aile yapısında ilk öğretilmesi gereken en az bir temel beceriyi de öğrendim ve geliştirdim. Misafir karşılama.” (Hürriyet, 16 Eylül 2010)

3. HÜKÜMETLE 12 RAUND

“Fevzi Budak. Erzurum Milli Eğitim Müdürü... AKP iktidar oldu, 2003’te görevden alındı, mahkemeye başvurdu, haklı bulundu, Erzurum’a geri döndü. (Bir)
Beş gün sonra... Görevden alındı, Şırnak’a gönderildi, mahkemeye başvurdu, haklı bulundu, Erzurum’a geri döndü. (İki)
Bir gün sonra... Görevden alındı, Ankara’ya gönderildi, mahkemeye başvurdu, haklı bulundu, Erzurum’a geri döndü. (Üç)
Bir gün sonra... Görevden alındı, Muş’a gönderildi, mahkemeye başvurdu, haklı bulundu, Erzurum’a geri döndü. (Dört)
Beş gün sonra... Görevden alındı, Ankara’ya gönderildi, mahkemeye başvurdu, haklı bulundu, Erzurum’a geri döndü. (Beş)
Bir ay sonra... Görevden alındı, Kütahya’ya gönderildi, mahkemeye başvurdu, haklı bulundu, Erzurum’a geri döndü. (Altı)
Bir ay sonra...Görevden alındı, Çanakkale’ye gönderildi, mahkemeye başvurdu, Erzurum’a geri döndü. (Yedi)”. (Yılmaz Özdil, Hürriyet 4 Eylül 2010)
Fevzi Budak, tam on bir kez görevden alınır, mahkemeye başvurur, Erzurum’a geri döner. 11 raundu kazanan Fevzi Budak ile hükümet arasındaki 12. raunda Fevzi Budak, 3 Eylül günü dolandırıcılık ve yolsuzluk yaptığı gerekçesiyle tutuklandı.

4. “KENDİNE ‘HAYIR’I OLMAYAN…”

Türkiye’nin 90 yıllık partisinin başına 15 günde gökten zembille indirilen Kemal Kılıçdaroğlu, “Hayır” toplamak için 70 il dolaştığı 12 Eylül referandumunda oy kullanamadı. Parti sekreterliğinin, genel başkanın nerede oy kullanacağını kontrol etmediğinin de ortaya çıktığı rezaleti üstlenen olmadı.

5. “YENİ BİR ÜLKE VAR MI”

12 Eylül’den önce:
“ ‘Bizim çocukların darbesinin hesabını ‘bizim çocuklar’ sorabilir mi?” (Oray Eğin, Akşam, 9 Eylül 2010)
12 Eylül’den sonra:
“Gücüm buraya kadar, bağışlayın” (Nihat Genç, Odatv, 13 Eylül 2010)
“Sadece gidiş bileti aldım. Döner miyim inanın bilmiyorum. Moralim çok bozuk. Öncelikle kafamı dağıtacağım, sonuç ne çıkar bilemiyorum. Fakat yoruldum artık, Türkiye sağının ne olursa olsun solcular, demokratlar, aydınlar iktidar olmasın diye her seferinde topyekün bir sağ partiye oy vermelerinden bıktım usandım. Meğer soy sop bunlar için önemleymiş. Meğer bunlar Dedeler'den nefret ediyorlarmış. Demek bunlar Habur'u içlerine sindirmişler. Ne yapacağız, nasıl yapacağız da bu insanları ikna edeceğiz. Buna ömür dayanır mı? Evet, içimdeki ses durup dinlenmeden mücadeleye, aydınlanmaya devam diyor. Ama bir diğer ses yorulduğunu söylüyor. Dediğim gibi kafam karışık, moralim bozuk. Şairinin dediği gibi gün olur alır başımı giderim...” Oray Eğin, Odatv, 13 Eylül 2010).

12 Eylül 2010 Pazar

12 Eylül’ün 30. yılı ve üç kitap


12 Eylül 1980 tarihi Türkiye için, tarihi bir dönemeç, bir milattır. Çok uzun yıllar –hatta yüzyıllar- boyunca da böyle olacaktır. Bugün yaşadığımız toplumsal-siyasal sorunların hemen hemen tümünün başlangıcını ABD destekli 12 Eylül askeri faşist darbesine kadar götürmek, 12 Eylül’ün “24 Ocak Kararları”nda, 12 Eylül’ün “kanun kuvvetinde kararname”lerinde, Kenan Evren ve şürekâsının zulmünde aramak, gerçeğin peşinde olmanın gereğidir.

12 Eylül 1980-12 Eylül 2010:
30 yıl…
O gün doğanlar şimdi otuz yaşında. O gün 10 yaşında olanlar bugün 40 yaşında. O gün çocuklarının alıp götürülmesinin acısını yıllarca göğüslerinde bir yumruk gibi taşıyan anne ve babaların çoğu, çoktan bu dünyadan göçüp gittiler. O gün 19’unda, 20’sinde olanlar -ki 12 Eylül askeri faşist yönetiminin “gözaltı”na alıp günlerce süren işkencelerden sonra tutuklayıp askeri cezaevlerine “sevk ettiği” gençlerin çoğunun yaşı bu idi- bugün 50’sindeler.
Birçoğu, bırakalım 50’sini; 30’unu, 40’ını göremeden göçüp gitti. İşkencehanelerde, hapishanelerde, açlık grevi ve ölüm oruçlarında ölenler ile darağaçlarında asılanlar ise bütün bu toplamın dışında.

KİMSELERİN BİLMEDİĞİ GERÇEKLER

12 Eylül’ün çemberinden geçenlerin emniyette ve konuldukları askeri hapisanelerde gördükleri dayak ve işkencelerden, günlerce, aylarca, hatta yıllarca tutuldukları kötü koşullardan dolayı bugün pek çoğu hasta. İçlerinde sakat kalanlar, ruh sağlığını yitirenler az değil. Pek çoğu, kimseler duymadan hükümler giydi, kimseler bilmeden hapisler yattı. Tahliye olduktan sonra evsiz, işsiz, kimsesiz, hatta aç kaldıkları, uzun süre “hayata uyum zorluğu” çektikleri de pek kimselerin bildiği gerçeklerden değil. Bugün Diyarbakır Cezaevi’nde, Mamak’ta ve Metris’te yapılan işkence ve zulümden söz ederek 12 Eylül karşıtlığı üzerinden siyasal, toplumsal ya da başka amaçlarla puan toplamaya kalkanların, o yıllarda burunlarının dahi kanamadığı ise bir başka trajikomik gerçektir.

GERÇEĞİN PEŞİNDE OLMANIN GEREĞİ

12 Eylül 1980 tarihi Türkiye için, tarihi bir dönemeç, bir milattır. Çok uzun yıllar –hatta yüzyıllar- boyunca da böyle olacaktır. Bugün yaşadığımız toplumsal-siyasal sorunların hemen hemen tümünün başlangıcını ABD destekli 12 Eylül askeri faşist darbesine kadar götürmek, 12 Eylül’ün “24 Ocak Kararları”nda, 12 Eylül’ün “kanun kuvvetinde kararname”lerinde, Kenan Evren ve şürekâsının zulmünde aramak, gerçeğin peşinde olmanın gereğidir.

12 EYLÜL’ÜN “GÜMÜŞ YILI”

12 Eylül’ün 30. yılı oldukça hareketli geçeceğe benzer.
Hayır, 12 Eylül’den ve 12 Eylül’cülerden hesap sorulacağından değil, onlu yıldönümlerine toplumca verdiğimiz önemden dolayı böyle diyorum. 2010 yılının 12 Eylül’ü, 12 Eylül’ün “gümüş yılı”dır. 30 yıldır 12 Eylül’e, toplumun her kesimi, hemen her siyasal parti ve görüş karşı iken hiçbir şey olmaması, 12 Eylül’ün yerli yerinde durup oturması; oysa 12 Eylül’ün çemberinden geçmiş olanların başına daha sonraları da gelmedik kalmaması bunun en büyük kanıtıdır. 30’uncu yılda da birçok şey ve her şey konuşulur ama konuşulan her şey de orada kalır!

HAFIZALARIMIZI TAZELEYECEK KİTAPLAR

12 Eylül’ün 30. yılının oldukça hareketli geçeceğinin bir başka göstergesi de yayımlanan kitaplar. Daha şimdiden yayımlanmış üç kitaptan söz edebiliriz. “12 Eylülün 30. Yılında 30 Yıl 30 Hayat”, Çiğdem Sezer ile İbrahim Dizman’ın yayımladıkları İmge Kitabevi’nden çıkan bir ortak kitap. Bir başka çalışma, Haşim Akman’ın Doğan Kitap’tan çıkan “Otuz Yıldır 12 Eylül - Yaşayanlar Anlatıyor” adlı kitabı.

Üçüncü kitap ise “halka açık bir kitap projesi” olarak tasarlanmış ve tam 12 Eylül 2010 günü piyasa çıkacağı duyurulan editörlüğünü Ömer Asan’ın yaptığı “12 Eylül Sabahı” adlı çalışma.
“12 Eylül 1980 sabahı nerede, nasıl uyandınız? O gün neler yaptınız, neler başınıza geldi? O sabah sizin yaşamınızda neyi değiştirdi?” biçimindeki kılavuz sorulara yanıt verenlerin 12 Eylül sabahı ile ilgili anılarının bir araya getirildiği kitapla 30 yıl sonra 12 Eylül’ün toplumumuzun belleğinde ne tür bir iz bıraktığının ortaya konulması amaçlanıyor.
Her üç kitap da, 12 Eylül’ün belleğimizde ne tür bir iz bıraktığını ortaya koyması dışında, en azından bazılarımızın hafızalarını da tazeleyecek.

5 Eylül 2010 Pazar

Ağlayan ağlayana

Orhan Veli’nin, “Neler yapmadık şu vatan için/Kimimiz öldük/Kimimiz nutuk söyledik” dizeleri, bugün de en az yazıldığı günkü kadar güncel. Şimdi buna rahatlıkla “ağlamak” edimini de ekleyebiliriz. En azından, Türkiye’nin “ağlayan vaiz”i olarak ün yapmaya başlayan Fethullah Gülen’den bu yana, ağlamak, gelmiş geçmiş en iyi kitle etkileme yöntemi. “Ölmek” ve “nutuk söylemek”, etkin eylemler. Ağlamak edilgin bir eylem olmakla birlikte, doğru yer ve zamanda gerçekleştirildiği vakit, ölmek ve nutuk söylemekten çok daha etkin sonuçlar verdiği de açık.

TURGUT ÖZAL’IN KOPARDIĞI HIÇKIRIK VE HALİL BEZMEN

Turgut Özal’ın, 1989’da yapılan 12 Eylül’ün kapattığı parti liderlerine siyaset yasağını kaldırıp kaldırmamanın oylandığı referandum öncesinde kopardığı hıçkırık unutulamaz! Tek damla gözyaşı dökmese de, Turgut Özal, bu ağlama numarasını daha sonra seçimlerde de yapmıştı.
Ağlamak deyince, hakkındaki çeşitli yolsuzluk suçlamalarından dolayı Amerika’ya kaçan, döndüğünde bir süre cezaevinde kaldıktan sonra hakkındaki davalardan beraat eden Halil Bezmen’in “ağlamasını bileceksin” sözünü hatırlamadan olmaz. Bezmen bu sözü bir röportajda söylemiş, devletten kolaylık görebilmek ve teşvik alabilmek için yöntem olarak mutlaka iyi ağlamak gerektiğini vurgulamıştı. Özal da Bezmen de ağlamayı bilen ve gözü yaşsız ağlayanlardan…

EDEBİYATIMIZDA KENDİNE KAPANMA VE AĞLAMA

Türkçede ağlamak üzerine söylenmiş deyim, atasözü ve bunlara belli kişilerce söylenmiş savsözler ile şarkı ve türküleri de eklersek küçük bir kitap elde edebiliriz. Şiirler ve diğer edebiyat ürünleri ise ayrı bir kitap yapar. “Şair-i Âzam” Abdülhakhamit’in, eşi Fatma Hanım’ın ardından yazdığı “Makber” şiiri, şiirin kendisi eskimişse de, taptaze “nâle”sinin hâlâ edebiyatımızın doruklarında gezindiği söylenebilir:
“Eyvah ne yer ne yar kaldı/Gönlüm dolu ah u zar kaldı
Şimdi buradaydı gitti elden/Gitti ebede gelip ezelden
Ben gittim o haksar kaldı/Bir köşede tarumar kaldı
Baki o enisi dilden eyvah/Beyrutta bir mezar kaldı”.
Yalçın Küçük, “Aydın Üzerine Tezler”de Abdülhakhamit’in Fatma Hanım için kırk gün ağladığını yazmaktadır. Yalçın Küçük, Talât Paşa’nın, Abdülhamid’in cenazesinde hıçkır hıçkıra ağladığını da belirtiyor. Recaizade Mahmud Ekrem’in oğlu Nijat’ın ölümünden sonra yazdığı şiir ise, Sultan Hamid zulmünün zamanın en ilerici aydınlarını dahi nasıl etkilediğini göstermesi açısından hayli önemli bir örnek. Edebiyat-ı Cedide/Servet-i Fünun edebiyatının özellikle roman ve şiir ürünlerinde de bu izi sürmek mümkün.
Siyasal baskı ve zulüm, edebiyata, karamsarlık, kendine yönelme, içine kapanma ve ağlama olarak yansımaktadır. Edebiyat’ın toplumsaldan kopup bireysele yönelmesi baskı ve zulüm dönemlerinin neredeyse olmazsa olmazıdır. 1940’lar, 50’ler, 12 Mart ve 12 Eylül dönemleri böyle dönemlerdir. Baskı ve zulmün şiddeti ve nevini edebiyatımızdaki akımlara bakarak da saptayabiliriz. Dönemleriyle özdeşleşmiş edebiyat ürünleri ise, bu şiddet ve nev’i kendinde veren özgün örneklerdir ve gerçek gözyaşlarıdır.

AĞLATMAKLA YÜKÜMLÜ ERBAP

Müzikte ise, 60’larda başlayıp 70 ve 80’lerde en yüksek düzeyine çıkan arabesk, bir başka ağlama biçimi olarak, adeta tüm toplumumuzu sarmış, işçisinden memuruna, esnafından köylüsüne, aydınından ilericisine metastaz yapmış bir kanser türüdür. Fazıl Say’a bu denli saldırılmasının tek nedeni, saldıranların tümünün de bu kansere yakalanmış olmalarıdır. Arabesk, hastanın hastalığını sıhhatmiş gibi savunduğu Türkiye’ye özgü bir kanser türüdür.
Sezen Aksu’sundan İbrahim Tatlıses’ine, Yavuz Bingöl’ünden Ferhat Tunç’una hepsi arabesktir. Bunların hiçbiri, kendileri ağlamıyorlar, sadece halkı ağlatmakla yükümlüler!
Arabesk’in egemen bir yaşam biçimi haline geldiği bir Türkiye’de, vaktiyle, “başa türban, göbeğe seyran” başlıklı bir kapak haberi yapmamız boşuna değilmiş! Göbekle türban, din bezirganıyla şeytan, yalanla talan, zehir ile iksir, hoşafla turşu el ele, yan yana, iç içe çünkü… Alın size post-modernizmin toplumsal görüntüsü!

BAŞBAKAN’DAN GENELKURMAY BAŞKANI’NA “AĞLAYAN” “AĞLAYAN”A…

Bu işten dünyanın parasını kazanan; uçağı, televizyon kanalı, ayrıca mültimilyarı bulunan türkücünün, azıcık bir eleştiri karşısında iki gözü iki çeşme! Yaptığı programın son bölümüyle ekrana veda eden “Kuzeyin Oğlu” namlı bir diğeri, mikrofonu her ele alışta ağlıyor ve en son, seyircilerle birlikte –yine ağlayarak- Mahzuni Şerif’in "Ne ağlarsın benim zülfü siyahım" adlı türküsünü söylüyor. 30 Ağustos’ta görevi sona eren Genelkurmay Başkanı veda konuşmasında “gözyaşlarına hakim olamıyor”. Partisinin Meclis grubunda, referanduma sunulan Anayasa değişikliği üzerine konuşan Başbakan, 12 Eylül döneminde idam edilen Erdal Eren ve Mustafa Pehlivanoğlu'ndan da söz ediyor. Konuşmalarının arasında şiir okumasıyla da bilinen Erdoğan, konu gereği Nevzat Çelik’in “Şafak Türküsü” adlı şiirinden de dizeler okuyor ve gözyaşlarını tutamıyor… Kimi dinleyiciler ve milletvekilleri de Başbakan’la birlikte…
Sonra haberlerden şarkılara geçiyor yayın, bir şaka gibi:

“- Ağlama değmez hayaaaaat…”

Ağlamayanlar var bir de…
Perinçek’ten Haberal’a, Özbek’ten Balbay’a, Özkan’dan Olcaytu’ya, Senem’den Çiçek’e “Ergenekon sanıkları”nın ipe sapa gelmez bin türlü suçlama karşısında, hâlâ, daha birazcık kaldığına inandıkları Cumhuriyet Hukuku’na dayanıp içlerinde güçlükle tuttukları öfke ne kadar haklıysa, akmayan gözyaşları da o kadar şedid!