26 Aralık 2010 Pazar

Türkü yolu

...Tanpınar’ın “Beş Şehir”de Erzurum’u yazdığı yıllarda bu şehre daha kaç yoldan gelinebiliyordu ya da bu şehirden daha kaç şehre gidilebiliyordu ki, bunlardan biriyle Erzurumlu Emrah, Kastamonulu Yorgansız Hakkı’da yeni bir hayat kazanıyordu? Peki, Yorgansız Hakkı’nın Erzurumlu Mükerrem Kemertaş ile Zülküf Altan’da yaşamakta olduğu şu yıllarda Kelkit vadisini izleyen “Dereyolu” dışında Kastamonu’dan Erzurum’a gelen daha kaç türlü yol var?...


“Beş Şehir”de idi; Ahmet Hamdi Tanpınar, Erzurum izlenimlerini yazarken yöreye ait Yemen ve gurbet türküleri üzerinde durup bu türkülere bir gezginden ziyade “romancı muhayyilesi” ile bakarak şunu demekteydi; “Yemen türküsü ile ona benzer türküler Anadolu’nun iç romanını yaparlar”. Tanpınar’a göre, böyle türkülerin “bütün bir hayat destanı olabilmesi için bir an gerçek bir romancının muhayyilesine çarpması yeter”. (Beş Şehir, MEB Yayınları, sf. 57).

KENDİSİNİ ZİYADESİYLE ARTIRAN BİR MÜSTEZAD

Tanpınar’ın Ankara, Konya, Bursa ve İstanbul’dan, her birine başka bir yerinden bakarak anlattığı “Beş Şehir”den ikincisini oluşturan –üç ayrı yönden, üç ayrı yoldan ve üç ayrı zamanda geldiği- Erzurum’a ilişkin notları, “dört Cihan Harbi yılının ve İstiklâl Savaşı’nın üstünden aşarak” ikinci kez geldiği sıradaki izlenimlerinin altında kalmıştır: Savaşın yarattığı yıkımlar ve bu yıkımları ete kemiğe büründüren türküler. Bu izlenimler, gerçek bir romancı muhayyilesine sahip bir edebiyat insanımızın halk türkülerimize nasıl bu denli içerden yaklaştığını göstermesi bakımından da ayrıca önemlidir elbet ama, çok daha önemlisi, onların her birine yüklediği anlamdır. Tanpınar’ın “Beş Şehir”de anlattığı Erzurum, mayayla başlayıp tatyanla sürerken, birden, kendisini ziyadesiyle artıran bir müstezattır(*).

KASTAMONU’DAN ERZURUM’A KAÇ TÜRLÜ YOL VAR

Tanpınar’ın “Beş Şehir”de Erzurum’u yazdığı yıllarda bu şehre daha kaç yoldan gelinebiliyordu ya da bu şehirden daha kaç şehre gidilebiliyordu ki, bunlardan biriyle Erzurumlu Emrah, Kastamonulu Yorgansız Hakkı’da yeni bir hayat kazanıyordu? Peki, Yorgansız Hakkı’nın Erzurumlu Mükerrem Kemertaş ile Zülküf Altan’da yaşamakta olduğu şu yıllarda Kelkit vadisini izleyen “Dereyolu” dışında Kastamonu’dan Erzurum’a gelen daha kaç türlü yol var?

EZELİ AŞK

“Aşk-ı ezeli aşıka ilham-ı Hüdadır/Bir neş'e nümadır
Tahkik-i gönül şehrine pür nuru ziyadır/Minhacı Hüdadır…”
Dizeleriyle başlayan, 1958’de Şemsi Yastıman’ın Kastamonulu Yorgansız Hakkı Çavuş’tan (Bayraktar) derlediği, yıllar ve yıllar sonra Sayın Süleyman Şenel’in notaya aldığı, TRT repertuvarında 3520 sıra numarasıyla kayıtlı bulunan Erzurumlu Emrah’a ait bu müstezat, bugün pek bilinmemekte ve söylenmemektedir. Yaygın olarak söylenmemekle birlikte yine de bilinen, Mükerrem Kemertaş ile Zülküf Altan’ın Erzurum ağızlı olarak yorumladıkları bu müstezatın, sözleri repertuvardakine göre biraz daha farklı olan bir türevidir. Müstezatın ezgisinin de serbest çağrışımlara açık olduğu söylenebilir.
Kastamonu türküleri konusunda kendisine başvurduğum Sayın Enver Turan, Aşık Mümin Meydani’nin okuduğu bir kaydın bulunduğu bilgisini verdi. İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuarı Sanatçı Öğretim Görevlisi /Müzikoloji Anabilim Dalı Başkanı Sayın Süleyman Şenel de kendisinin notaya aldığı Kastamonu menşeli eserin daha usullü olduğunu vurguladı.
Keşke “Aşk-ı ezeli” olarak bilinen bu müstezatın Kastamonulu olan biçimi de okunsa…

(Şubat 2008, Aydınlık).

-------------------------
(*) Müstezad, Divan Edebiyatı şiir türlerimizden biridir. “Ziyade “ denilen ilave kısa dizelerin kendi aralarında uyaklı olarak, asıl şiirin dizelerini izlediği gazel türüdür. Ziyadeler, anlam bakımından asıl mısralara bağlıdır. Ya kendi aralarında ya da asıl gazelle kafiyelenirler. Müstezad iç içe geçilmiş iki ayrı gazele de benzetilebilir. Asıl gazel daima (mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün) kalıbıyla yazılır. “Ziyade”nin kalıbı ise (mef’ûlün feûlün)dür. Halk müziğimizdeki Müstezadın kaynağı divan şiirimizdeki işte bu Müstezadtır. Sonra farklılaşmış, kendi başına bir halk müziği türlerinden biri haline gelmiştir. Müstezad aynı zamanda bir bağlama düzeni (akord) şeklidir. Öte yandan bugünkü serbest nazımlı, ölçüsüz uyaksız şiirimizin kaynağı, bir yanıyla da hem hece hem aruzla yazılabilen 19. Yüzyıl sonlarında Servet-i Fünun’cuların geliştirdikleri bir nazım biçimi olan serbest müstezada kadar gitmektedir. Halk müziğimizde Müstezadın yoğun olduğu yöreler Erzurum ve Elazığ olarak bilinmekle birlikte, Rumeli kökenli olanlar da vardır.

19 Aralık 2010 Pazar

Dokuz boğumu yırtan bıçak

...Çığlık, Muharrem Ertaş’ın hançeresinden, gırtlağının dokuz boğumunun dokuzunu birden bir bıçak gibi yırtarak çıkmaktadır. Bozlağın düğüm yeridir. Çığlık bu düğümü çözen bir işlev yüklenir. Bağlamayı çalış tarzı da buna uygundur. Muharrem Ertaş’ın kucağında bağlama, neresinden tutulup nasıl çalınacağı bilinmeyen, tezenenin her iniş çıkışında yüreğinizden bir tel koparan bilinmedik bir müzik aletine dönüşür...


“Dinek Dağı”nı öteki bozlaklardan ayıran iki şey var. Birincisi, bozlağın iki dizeye sıkıştırdığı “gurbet” savının bütün gurbet türkülerindekinden nitelikçe farklılığı… “Yiğit gölgesinde yiğit saklanır” diyor bozlak, “Kötülerin dalı gölgesi olmaz”. Didaktik olmadan, son derece yalın bir imgeyle kurulmuş bir çözümlemedir bu aynı zamanda. Köroğlu’nun bir şiirindeki “yiğit yiğidin yoldaşı” sözüyle ve bu türden başka şiirlerin sözleriyle olan akrabalığından söz edilebilir elbet ama, “Dinek Dağı”, yiğidin yiğide yoldaşlığının çerçevesini başka bir alanda, gurbet alanında kuruyor. Yiğit “gurbet”te büsbütün “silahsız”dır. Oysa Köroğlu’nun dünyasındaki yiğit de, onun yoldaşı da “Celâli”dir ve ancak aynı amaçta bir araya geldiklerinde yoldaş olabilmektedirler. Dinek Dağı’nda ise, yoldaşlık ilişkisinden ziyade sığınan-sığınılan ilişkisi kurulmaktadır. Sığınan yiğit, sığınılan da yiğittir.

DOKUZ BOĞUMU YIRTAN BIÇAK

İkincisi, Muharrem Ertaş’ın bir benzerini hiçbir bozlakta tekrarlamadığı, kendisinden sonra gelenlerin hiçbirinin de buna yaklaşamadığı ikinci dörtlüğün ikinci dizesinde, sadece burada ve bir kez attığı o “ah” çığlığı... Muharrem Ertaş, sanki o “ah” ile bu savı söylemeye hazırlanmaktadır. Savın açıklanmasından önce, bir yükü, avuçlarına “tu” deyip yeniden omuzlamak için başvurulmuş geniş bir soluklanma gibi de tanımlanabilir bu. Ne var ki soluklanma, çığlık yoluyla yapılmaktadır. Çığlık, Muharrem Ertaş’ın hançeresinden, gırtlağının dokuz boğumunun dokuzunu birden bir bıçak gibi yırtarak çıkmaktadır adeta. Bozlağın düğüm yeridir de burası. Çığlık bu düğümü çözen bir işlev de yüklenir.
Zaten bundan sonra da o son iki dize gelir: “Yiğit gölgesinde yiğit saklanır/Kötülerin dalı gölgesi olmaz”.
Bağlamayı çalış tarzı da buna uygundur. Muharrem Ertaş’ın kucağında bağlama, başka, neresinden tutulup nasıl çalınacağı bilinmeyen, tezenenin her iniş çıkışında yüreğinizden bir tel koparan bilinmedik bir müzik aletine dönüşür.

GENİŞ ARALIKLI SESLER

Daha kötü bir söyleyiş her zaman mümkünken ve başka pek çok türküde çok da sık rastlanırken, “Dinek Dağı”nın aynı şekilde söylenmesi bir daha asla gerçekleşmeyecek; farklı ve daha modern bir yorum için ise, başka bir ustanın gelmesini beklemek gerekecek. “Ağ elleri sala sala gelen yar” bozlağını Ümit Tokcan’ın bambaşka bir tavırla yorumlayışı, bu olasılığa her zaman sahip bulunduğumuzu gösteriyor. Çünkü, Muharrem Ertaş da, kendisinden önceki ustaların en iyi yorumunu yapıyordu. Üstelik hem saz hem de yüksek frekanslı bir ses olarak. Dönemin klasik ve halk müziği ustalarının hemen hepsinde buluruz bu yüksek frekanslı sesi. Mikrofonun, kayıt araçlarının henüz olmadığı ya da yaygın olarak kullanılmadığı bir dönemin sanatçılarıdırlar. Seslerini salonun en arka sıralarına dek ulaştırmak zorundadırlar. Bu ve başka zorunluluklar, ses aralıkları geniş olan Hafız Burhan, Celâl Güzelses gibi sanatçıları ortaya çıkarmıştır. Bugün bu seslere yakın seslere pek az sanatçıda rastlıyoruz. Söyleyiş açısından da, egemen olan, İstanbul ağzıyla müstezat okuyan tıkız, hımbıl ve pısırık seslerdir.

ESKİNİN İÇİNDE TÜMÜYLE YENİ

Oysa Muharrem Ertaş’ın çağında, Diyarbakır’da “uzunhava”laşan, Antep’te “barak”laşan, Harput’ta “müstezat”laşan, kısaca, Kerkük’te “hoyrat”laşan türkü, Kırşehir’de “bozlak”laşmaktadır. Sözgelimi Pir Sultan Abdal’ın “Bu yıl bu dağların karı erimez” deyişi, geleneksel alevi söyleyişinden taşmış, bambaşka bir nitelik kazanmış halde karşımıza bozlak karakterde bir yorum olarak çıkmıştır. Benzer bir karşıtlığa Dadaloğlu’nun “Kalktı göç eyledi Avşar elleri” türküsünde de rastlarız. “Kalktı göç eyledi Avşar elleri”ni Cem Karaca’nın “Anadolu Rock” tarzındaki yorumlayışında, türkünün geleneksel söylenişi içinde dönen, o günkü koşulların getirdiği bir isyan ve yiğitleme edası var. Muharrem Ertaş’ın söyleyişi, şiirin içeriğinden gelen bu isyanı korumakla birlikte türküye önemli ölçüde ağıt katar. Dadaloğlu, Avşarların geçmişindeki olaylar için söylenmiş şiirleri, 1840’lardaki zorla iskân olayları için tapşırmıştır. Eskinin içindeki yeni budur. Tümüyle yeni olan ise, 1928 yılına tarihlenmekle birlikte, Osmanlı’nın yıkıntıları üzerinde kurulmuş cumhuriyet koşullarında Muharrem Ertaş’ın sazı ve sesinde bulduğu hayattır. Aradan 78 yıl geçmesine karşın taşıdığı yeni’liğin nedenini, sanırım, tarihi koşullar kadar bozlağın yapısında da aramak gerek.


YORUM BAŞKA, YARATIM BAŞKA

Büyük bir olasılıkla “Dinek Dağı” veya “Kalktı göç eyledi Avşar elleri” veya diğer başka bozlaklar aşağı yukarı bu biçimlerine yakın biçimlerde Muharrem Ertaş’tan önce de söyleniyordu. Muharrem Ertaş’ın ustalarına bakarak bunun hemen hemen kesin olduğunu bile söyleyebiliriz. Muharrem Ertaş’ta yeni olan, bu bozlaklara ve genel olarak bozlak’a verdiği en geniş kişisel karakterdir. Ki bu da yorumun çok ilerisinde bir şey olmak gerekir. Takliti asıldan ayıran, asıl’ın yapısındaki yalınlık, saflık, doğallık, yaşarlık ve tekliktir. Bu anlamda da Muharrem Ertaş, bir zincirin son halkası gibi duruyor. Eklenecek yeni bir halka, belki de bambaşka ve modern bir karakter taşıyacak, bozlak’ı klasikleştirecektir.

(Ekim 2006, Aydınlık)

12 Aralık 2010 Pazar

Bozlaktaki roman parçası

...Bütün ayrıntıların çıkarılıp atıldığı, geriye yalnızca bir darb-ı mesel değerindeki şu sözün kaldığı “Dinek Dağı”nın toprağına gömülmüş katmanlar halinde belki de binlerce hayat ve bu hayatlara ait hikayeler, iki dörtlükte yığılmış yatmaktadır:

“Yiğit gölgesinde yiğit saklanır/Kötülerin dalı gölgesi olmaz”...


“Beş Şehir” adlı gezi-anlatı kitabında Ahmet Hamdi Tanpınar, Erzurum izlenimlerini yazarken sözün gelip türküye dayandığı yerde, yöreye ait Yemen ve gurbet türküleri üzerinde durur. Bu türkülere bir gezginden ziyade “romancı muhayyilesi” ile bakar. Kısa, son derece yalın bir anlatımla bu türkülerin doğduğu toprakların insanlarını betimler. Tanpınar, “Yemen türküsü ile ona benzer türküler Anadolu’nun iç romanını yaparlar,” derken ne kadar da haklıdır. Yazılmamış ama yaşanmış ve halen yaşanmakta olan bir iç romandır bu. Tanpınar’a göre, böyle türkülerin “bütün bir hayat destanı olabilmesi için bir an gerçek bir romancının muhayyilesine çarpması yeter”. (Beş Şehir, MEB Yayınları, sf. 57).
Çarpmanın gerçekleşip gerçekleşmediği ayrı ama, daha da ileri giderek, belli bir hikayesi olan, savaşı, gurbeti, aşkı ve hasreti anlatan türkülerimizin her birinin yazılmamış büyük bir nehir-romandan parçalar taşıdıklarını ileri sürebiliriz. Söyleyeni zehirleyen bir topak ağu, dinleyeni kül eden bir top ateş diye niteleyebileceğimiz “Kerkük Divanı”nda da bu büyük nehir romandan, belki de daha büyük bir tragedyadan bir tirad, bir parça gizlidir ki, buna bir başka açıdan değinmiştim.

AYNI TEKNEDE HALHAMUR OLMUŞ ÇAMUR

Buradan çıkarak sözü Muharrem Ertaş’a ve “Dinek Dağı”na getirmek istiyorum aslında. Bu bozlağın sözlerini izlediğimizde yüzlerce yılın kaynayıp fokurdaması içinde oluşmuş andığım iç romandan bir parçanın ayırdına varırız. Bu parçanın bir kısmı bağlamanın sözsüz anlatımında, bir kısmı Muharrem Ertaş’ın söyleyişteki tavrında, bir kısmı da bu üç unsurun aynı teknede halhamur olmuş çamurundadır. “Dinek Dağı”nda diğer gurbet havalarında bulamadığımız şey, nice ceremenin ardından gurbetten dönüş ile bu dönüşün getirdiği başka sorunlar bağlamında oluşmuş bir hayat görüşünün, gurbetten elde edilen sonucun anlatılışı ve bunun biçemidir.


GURBET İÇİNDE GURBET

Anadolu insanı “yol” sözcüğünü gerek cümle içinde, gerek deyimleşmiş halde birçok farklı anlamda kullanmaktadır. “Yol bilmek” töre bilmeyi de içeren bir hayat deneyimine işaret ederken, “yol görmüş olmak” deyimi, gurbet bilmeyi de içerecek bir genişlikte kullanılmaktadır. Halk arasında, askerliğini yapmamış kimse gibi hiç gurbete çıkmamış kimseler de toplumsal protokolde arka sıralarda yer bulur.
Sılanın ve gurbetin, hangisinin hangisi olduğunun artık iyice birbirine karıştığı günümüzde, sözcüğün kökenine dek inerek önce “garip”i sonra da –aradaki garaip’i, tuhaf, atlayarak- türediği “garp”ı bulduğumuzda Anadolu şarkında yabancı kimseler anlamında kullanılan “garbî”nin zamanla kimsesiz anlamında “garip”e dönüştüğüne tanık oluruz. Gurbete giden garip olur. Gurbet ve garip sözcükleri bugüne göre asıl, ulaşım ve iletişim araçlarının kazandığı günümüzdeki hızın henüz uzağından bile geçemediği, Sivas’tan İstanbul’a bir ayda varılabildiği zamanlarda anlam kazanmaktadır. 1960’lardan itibaren yoğun bir iç göç yaşamaya başlayan toplumumuzun yaklaşık aynı tarihlerde bir de ivmesi giderek artan bir dış göç –karakteristik olarak Almanya- yaşamaya başlaması, bu dış göç bugün uzunca bir süredir durmuş bulunmaktadır, gurbet kavramının geçmiş dönemlerdeki anlamına eklemlenen başka bir açılım da getirmiştir. Gurbet içinde yeni bir gurbet! Gurbet içinde gurbet, hemen hemen sılayı da gurbete çevirmiştir. Neredeyse gurbet gurbet olmaktan, sıla da sıla olmaktan çıkmıştır. Gurbet de, sıla da, bir telefon kadar yakın veya uzaktır. Kaldı ki bir de, “sevdiklerimize kavuşturan” otobüsler, uçaklar var ve sanırım çok yakın bir gelecekte insan, gurbeti ancak geçmişten aktarılabilen anılar kapsamında türkülerde ve şiirlerde yaşayabilecektir.

SILAYA DÖNÜŞ

Oysa çok daha eskilerde, örneğin, Yunus Emre’nin “Gezdim Urum ile Şam’ı/Yukarı illeri kamu” dizelerinde gezip gördüğü yerlerin yolculuk süresi, en azından çeyrek ömürlük bir zaman dilimine karşılık gelmektedir. Çok daha fazla gezdiğini bildiğimiz genç Karacaoğlan ise, yurduna geri döndüğünde çoktan kocalmıştır. Ozanın şu dizeleri ulaşım koşulları için de tipiktir: “Aşamazsın Karaman’ın elini/Köprüsü yok geçemezsin selini/Gerdan yaylasının perçem belini/Lale sümbül bürüsün de gidelim”.
“Dinek Dağı” bozlağı da işte, tam olarak bu değilse bile buna yakın bir ulaşım ve iletişim koşullarının, ya da bu koşulların hatırda kalan anısının sonucunda doğmuş olmalı ki, ozan, bunca yolun, bunca uzun yılın ardından henüz ayağının tozuyla karşılaştığı durumlar karşısında, “yeni geldim,” diyebilmektedir. “Yeni geldim Dinek Dağı gurbetten/Başım halas olmaz gadadan dertten/Adama kemlik mi gelir merdoğlu mertten/Kötülerin dalı kolgesi olmaz”.

TEZ-ANTİTEZ-SENTEZ

Ozan, şiir boyunca, gurbet hayatından çıkardığı iki sonucu, iki dersi aktarır bize bu bozlakta. Birincisi, tez-antiez-sentez silsilesi içinde ilk dörtlükteki, “kötülerin dalı gölgesi olmaz” dizesidir: “Yeni geldim Dinek Dağı gurbetten/Başım halas olmaz gadadan dertten” (tez), “Adama kemlik mi gelir merdoğlu mertten” (antitez) “kötülerin dalı gölgesi olmaz” (sentez). İkinci dörtlük de şöyle: “Yiğit olan ata biner atlanır/Yiğit olan her cefaya katlanır/Yiğit kölgesinde yiğit saklanır/Kötülerin dalı kolgesi olmaz”. Tez-antitez-sentez silsilesi bu dörtlükte de sürer. İlk iki dize tez, üçüncü dize anti tez, dördüncü dize bunlardan çıkan sentezdir. Şiire baştan sona bütünlüklü baktığımız da ise, iki bileşenden oluşan tek bir sentez saptarız: “Yiğit kölgesinde yiğit saklanır/Kötülerin dalı gölgesi olmaz”.
Bütün ayrıntıların çıkarılıp atıldığı, geriye yalnızca bir darb-ı mesel değerindeki bu sözün kaldığı “Dinek Dağı”nın toprağına gömülmüş katmanlar halinde belki de binlerce hayat ve bu hayatlara ait hikayeler, bu iki dörtlükte yığılmış yatmaktadır.

(Muharrem Ertaş’ın “Dinek Dağı” ile diğer bozlakları söyleyişindeki tavıra da haftaya değinelim.)

(Ekim 2006,Aydınlık)

5 Aralık 2010 Pazar

“Mum kimin yanan” türkü: Kerkük Divanı


... Kerkük Divanı bir yakarıştır. Ama bu yakarış, içerdiği ilenmeyle birlikte bir türkü kadar yakın ve bir türkü kadar uzak olan Türkiye’yedir. Peki Türkiye? Türkiye Kerkük’ü nerden bilir “mum kimin yanan” Kerkük türküleri de olmasa...

Altı kez tekrarladığı “yar ey” seslenişinin ardından “gülüm di gel,” diyor, “men seni seveli/nece gün, nece ay, neçe yıldı zalım”… Henüz hoyrata geçmemiş, ama ilerde bir yerde geçeceğini ve buna hazırlandığını daha baştan -alttan alta- duyumsadığımız yumuşak, içli ve yanık ve sanki bir bıçakla kesilmiş gibi oluk oluk kan akan hançeresinden yine de pürüzsüzce süzülüp gelen bir avazla tartıp, hemen ardından “ah oğul,” diyecek “mum kimin yanan” bir sesle, “sen meni aldattın”. Bu bir yalvarış ve yakarıştır. Bir tanrıya değil de, ancak bir türkü kadar uzak ve ancak bir türkü kadar yakındaki bir sevgiliye, içeriğinde belli belirsiz bir ilenç de taşıyan uzun, usul bir dua... T’lerin üzerindeki kısa süreli duruş, bunca yumuşaklığına, munisliğine karşın, aldatmanın şiddetini de olanca ağırlığıyla vurgulamayı unutmaz.

ALDANIŞIN ŞİİRİ

Yöre türkülerinin özünde var olan o yanık anlatım, saz bölümünün oldukça kısa tutulup bütün ağırlığın sözde ve sözün söyleniş biçiminde toplandığı “Kerkük Divanı”nda Mehmet Özbek’in sesi, yorumu ve tavrıyla en üst noktaya ulaşıyor. Çok kısa aralıklarda sazla çalınması zor notalar, sesle, söz olarak da oldukça zor çıkarılabiliyor. Zorluğu, divanın içine girdikçe dinleyici olarak biz de anlıyoruz. Sanırım asıl zorluk da, önemli ölçüde, şiirin kuşattığı art anlamdan, aldatılış ve aldanıştan doğuyor.
Bu yüzden de başından sonuna dek şiddetli aldatılış ve aldanışın şiiridir “Kerkük Divanı”. Hayal kırıklığına yakılmış bir ağıt. Kimbilir bıçakla kesilmiş gibi oluk oluk kan akan kaç hançereden süzüle süzüle gelmiş bu şiir, kimbilir hangi çaresizliğin ortasından doğdu ve bu ne mene bir çaresizliktir ki, aldatıldığını anladığı halde, “bu sen de nice dildir/heyranın olum” diye ancak serzenişte bulunabilmeyi seçmektedir. Belki de tek seçeneğidir bu. O zaman çaresizlik de iki katına çıkmayacak mıdır?

ANLAMLARIN ALTINDAKİ ANLAMLAR

Ya şu sözler, hangi sevdanın, nasıl bir dövünmenin ürünüdür:
“Yanağının dört bir etrafı/Pembeyi ala güldür/Öpsem öldürüller/Öpmesem öllem aman/Bu nasıl zulum işti/Heç bilmem hare gedim”.
Yine de “gülüm di gel,” diyebilmektedir; “ gülüm di gel bayramlaşalım”. O günün –şiirde bugünün- “şanlı beyram günü” olduğunu böylece öğreniyoruz. Çünkü bayram gününde küsülüler barışır, düşmanlar kardeş olur. Bütün müziğin sözde, sözün –yumuşak, yavaş, hızlı, sert, içli ve yanık- söyleniş biçiminde, yorum ve tavırda toplandığı “Kerkük Divanı”nında serzenişin hemen yanı başına kurulmuş bayram yerinde baş eğme, boyun bükme, özür dileme çabası da var: “Her gebahat mende ise/Ala göz, çatma kaş, alma yanak, kaytan dudak/Cümlesi sendedir, heves mendedir-nedim” Bu yanıyla Ali Ekber Çiçek’ten dinlediğimiz “beni görüp yüzün öte dönderme” deyişiyle uzaktan uzağa bir bağ kuruyorsa da, burada “şanlı bayram günü”nde, çok geçmeden, saklı bir anlamın daha yüklenmiş bulunduğunu öğreneceğiz. Aslında şiirde görünürdeki bütün anlamların altında başka anlamların tek bir anlamda birleştiğini de öğreneceğiz ya…

SU DA YANAR



Başından sonuna dek şiddetli bir aldatılış ve aldanışın şiiridir dedimse, belki başlangıçta gerçek bir aşk öyküsüydü anlattığı. Bu anlamda, makamın birinci hoyrata tırmandığı noktada Kerem’le bağ kurduğunu görüyoruz. Kerem’in aşkından yanıp kül olurken Aslı’nın da onunla birlikte yanıp kül olması “Kerkük Divanı”nında iki farklı biçimde işlenen tek bir örnek olarak dikkat çekici. Birincisi ilk hoyrattadır ve Kerem gibi yanmak için umut istemektedir: “De de gene men dayanam/Aç sinen men dayanam/Kerem eşgından yandı, kölen olum/Umut ver men de yanam” Yanar da! Bunu ikinci hoyrattan öğreniriz. İkinci hoyrat, birincideki gibi sineye dayanmak üzerinden kurduğu cinası Kerem örneğinde işlenenin tersine çevirecektir: “Yar dayansın/Sineme yar dayansın/Men düştüm aşk oduna/Kölen olum/Tutuşsun yar da yansın”.(Kerem örneğindeki aşkından yanma ediminin Kerkük sevdalarında yaygın bir imge olarak kullanıldığını “Baba bugün dağlar yeşil boyandı” hoyratından da çıkarabiliriz. Bu hoyratın ilgi manisi şöyledir: “Baba bugün dağlar yeşil boyandı/Kim yattı kim uyandı/Kalbime ataş düştü/İçinde yar da yandı/Su septim ataş sönsün/Septiğim su da yandı”/Su da yanar!).

BUGÜNÜ GÖRMÜŞ GİBİ


Aynı anda şunu da söyleyebiliriz; “Kerkük Divanı”, belki de birkaç aşk öyküsünün bir araya gelmesiyle oluştu ve pek çok türküde olduğu gibi zaman içinde, bu anlama da gelmek üzere, pek çok hançereden süzüldü ve bugünkü biçimini aldı. Abdülvahit Kuzecioğlu’ndan derlenen bugünkü biçiminde ben, daha çok, aşk öyküsüyle de karışmış olarak, İngilizler tarafından işgal edilip Irak mandası içinde yer almasıyla başlayan süreçten 1959’daki 14 Temmuz katliamına uzanan zaman dilimindeki Kerkük tarihini, bu tarihte gizli ya da açık olarak var olan Türkiye özleminin, Kerküklü’nün Türkiye’ye bakışının, ondan medet umuşunun, imdat bekleyişinin bir aşk divanında toplanmış imgesini buluyorum. Öyle olmasa, Mehmet Özbek’in okuduğu versiyonda yok ama, divanın tamamında bulunan “Aga menem, paşa menem, beg menem/Köyümde bu feryat nedir/Malım mülküm emlakim/Hiç demedim ölüm var” sözleri ne anlam taşıyacak. Bugün artık bu imgeye Telafer katliamları da eklenmiş bulunmaktadır. Bu yüzden de, divan, sanki bugünü görmüş gibi hoyratlarına kavuştak olarak “Can dedim dert kazandım/Bunu buldum fayda men/Gelir katlime ferman/Giderem bu boyda men” sözlerini seçmektedir. Bu da, evet, büyük bir çaresizliğe işaret eder ki, çareyi dert kazanmakta bulmuş olan, katline ferman geleceğini bilmenin rahatlığı içinde ister istemez bu yolda gitmeyi eylemleştirecektir. “Kerkük Divanı”nda “şanlı beyram günü” ancak ölüm günü olabilmektedir. Divanda ölmek bir eylem biçimidir.

KERKÜK TÜRKÜLERİ DE OLMASA

Öyleyse, yalvarış-yakarış da, ilenme de, bir türkü kadar yakın ve bir türkü kadar uzak, yerle bir edilmiş Telafer’in yıkıntıları altından gelen yaralı bir iniltiyle Türkiye’ye… Peki Türkiye? Türkiye Kerkük’ü, Telafer’i nerden bilir; “mum kimin yanan” Kerkük türküleri ve bu türküleri böylesine taa içerden söyleyen Abdulvahit Kuzecioğlu, Abdurrahman Kızılay, Mehmet Özbek, Neriman Altındağ Tüfekçi de olmasa!

Türkülerin sağlayabileceği yakınlık da, işte ancak yine kendisi kadar.

(Eylül 2006, Aydınlık)