22 Haziran 2011 Çarşamba

İnsanı aydınlatan fasih dilin kıymeti

...“İnsanı dil kıymetlendirir ve insan onunla saadet bulur; insanı dil kıymetten düşürür ve insanın dili yüzünden başı gider.
Sözü çok söyleme, sırasında ve az söyle; binlerce söz düğümünü bu bir sözde çöz.”...

Türkçeye emeği geçenler içinde en başta gelenlerden biri, yazdığı kitap bugün tam 941 yaşında olan Yusuf Has Hâcib’tir. 941 yıldır değerinden hiçbir şey yitirmeyen bu manzum kitap, Türklerin İslâmlaşmasından sonra yazılan ilk başyapıt olarak kabul edilir. Kutadgu Bilig’den söz ettiğimi her halde anlamışsınızdır.
Yaşamı hakkında sınırlı bilgilere sahip olduğumuz Yusuf Has Hâcib’in 1018 dolaylarında bugün Kırgızistan’da bulunan Balasagun’da doğduğunu, iyi bir eğitim gördüğünü, Arapça ve Farsça öğrendiğini biliyoruz. Hâcib, 1068’de Balasagun’da başladığı Kutadgu Bilig’i 1070’de Kaşgar’da tamamladı ve Doğu Karhanlı hükümdarı Süleyman Arslan Karahan’a (Tabgaç Buğra Han) sundu. Aydın bir devlet adamı olan Karahan, kitabı beğenerek onu en yüksek devlet görevlerinden biri sayılan, bugünkü karşılığı danışmanlık olan has haciplik görevine getirdi. O zamana kadar Balasagunlu Yusuf olarak tanınan şairin adına “Has Hâcib” sıfatı böyle eklendi.

HÜMANİST, TOPLUMBİLİMCİ VE AHLAKÇI

Kutadgu Bilig ile Yusuf Has Hâcib’in yaşamı arasında çok yakın bir ilgi de kurabiliriz. Hâcib, bir bakıma kendi geleceğini yazıyormuş gibidir. Kitaptaki kahramanlardan Ay Toldı, adaletiyle tanınan komşu ülke hükümdarının hizmetine, yazarın yaptığı gibi kendi yazdığı bir kitabı değil ama, ondan daha fazlasını, aklını sunacaktır.
Türk düşünce tarihinin ilk hümanist, toplumbilimci ve ahlakçısı sayılan şair, Kutadgu Bilig’de bilgeliği, doğruluğu, topluma ve insanlara yararlı olmayı savunmuş, kaderciliğe ve kötümserliğe karşı çıkmıştır. Aruz vezninin “feûlün/ feûlün/ feûlün/ feûl” kalıbıyla mesnevi biçiminde yazdığı Kutadgu Bilig, 6 bin 645 beyitten oluşur. Kitapta Türk-İslâm dünyasındaki ahlak görüşü ve buna bağlı devlet anlayışıyla, eski Türk toplumundan süregelen gelenek, görenek ve düşünceleri bir arada buluruz.
Bugünkü dile “Mutluluk Veren Bilgi” biçiminde çevirebileceğimiz Kutadgu Bilig, insanın mutluluğa ulaşmasının yollarını araştırır. Bilginin ve dilin değerini; iyiliği, aklı ve adaleti öven bölümlerden sonra kurgusal bir öykü çerçevesinde devlet örgütü ve işlerini konu edinir. Kitabın yapısı, sahneye konulmuş alegorik dört kişi arasında geçen bir münazaraya da benzetilebilir. Daha eski Budist ve Maniheist Uygur edebiyatı ürünlerinden, sahneye konulmak için yazılmış maitrisimitlerden de esinler taşıyan Kutadgu Bilig, sonraki yıllarda yazılacak öğüt kitaplarına da kaynaklık etmiştir. Aralarında konuşarak görüşlerini birbirlerine aktaran bu dört kişi, Türk-İslâm dünyasındaki dört ana ilkeyi temsil etmektedir: Doğruluk (Kün Togdı/Gündoğdu-hükümdar), mutluluk (Ay Toldı/Dolunay-vezir), akıl (Ögdülmiş/Öğülmüş-vezirin oğlu) ve kanaat (Odgurmış/Uyanmış-vezirin kardeşi).

BİN YILLIK ÖĞÜT

Siyasetname (Nizamülmülk) ve Pendname (Feridüddin-i Atar) gibi, ama onlardan çok önce yazılmış bir öğütler kitabı özelliği taşıyan Kutadgu Bilig’in hükümdara en önemli öğütlerinden biri dil konusundadır. Kitabın, “Dilin Meziyetini, Kusurunu, Faydasını ve Zararını Söyler” başlıklı 7. bölüm, bugünün, ağzından çıkanı kulağı duymayan, öfkeyi hitabet sanatına dahil eden, küfür ve hakaretinin bini bir para olan devlet ve hükûmet adamlarına verilmiş yaşı bin yıla yaklaşan bir öğüttür:
“Anlayış ve bilgiye tercüman olan dildir; insanı aydınlatan fasih dilin kıymetini bil!”

ŞAİR PADİŞAHLARLA SANATIN İÇİNE TÜKÜRENLER

“Kutadgu Bilig”/“Mutluluk veren bilgi”, Türklerin İslamlaşmasından sonraki ilk büyük edebiyat yapıtıdır. Kitap, Türk hükümdarlık ve devlet yönetimi geleneklerinin Arap ve Fars gelenekleriyle karşılaştırılabilecek yetkinlikte olduğunu göstermeyi amaçlamaktadır. Belli başlı kişilerin hükümdar-Kün Togdı, vezir-Aytoldı, vezirin oğlu-Ögdülmiş ve vezirin kardeşi-Odgırmış olması, olayların ve münazaranın başlıca bu kişiler arasında geçmesi de bunu göstermektedir.
Benzer bir desteği de Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan, Kaşgarlı Mahmud’a vermişti. Alparslan’dan çalışmalarını Bağdat’ta sürdürmesi teklifini alan Kaşgarlı Mahmud, Araplara Türkçe öğretmek ve Türkçenin Arapça’dan aşağı kalmayan bir dil olduğunu göstermeyi de amaçladığı, Türkçenin ilk ansiklopedik sözlüğü “Divânü Lugât’it Türk”ü Bağdat’ta yazacaktır.
Türk Devlet adamlarının geleneksel olarak sanat kültür ve edebiyata verdikleri bu desteği geriye doğru Uygur ve Köktürklere, ileriye doğru Çağatay, Selçuk ve Osmanlı devlet geleneklerine genişletebiliriz.

DİVAN SAHİBİ HÜKÜMDAR

14-15. yüzyılda yazılmış en büyük ve en hacimli divanın sahibi, kadılıktan gelen Kadı Burhaneddin, Eratna Beyliği hükümdarıydı. 14. yüzyıl şairlerinden Sultan Ahmet b. Veys, Celayirlilere mensup bir hükümdardı. Karakoyunlu hükümdarı Cihanşah b. Karayusuf, Hakîkî mahlasıyla şiirler yazan bir şairdi. Akkoyunlu hükümdarı SultanYakub’da Türkçe ve Farsça şiirler yazmıştı. Çağatayca’nın bir edebiyat dili haline gelmesinde büyük emeği bulunan, hatta bu dilin kurucusu sayılan şair Ali Şir Nevai’nin en yakın destekçisi Horasan hanlarından Timur’un torunu Hüseyin Baykara idi. Baykara’nın kendisi de divan sahibi oldukça iyi bir şairdi.
Alaeddin Keykubat başta olmak üzere Anadolu Selçuklu sultanları ile beylikler dönemi hakimlerinin şairleri koruyup destekledikleri de bilinmektedir.

ŞAİR PADİŞAHLAR

Ankara Savaşı’ndan sonra Osmanlı Anadolu birliğini yeniden kuran Çelebi Mehmed, “Harname” adlı hiciv eseriyle ünlü şair Şeyhi’yi, Abdülvasi Çelebi’yi, şair Ahmedî ile Ahmedi Daî’i koruyup desteklemişti. Çelebi Mehmed’in oğlu II. Murad ise, şair olan ilk Osmanlı padişahıdır. “Muradî”, II. Murad’ın şiirlerindeki takma adıydı. Şeyhî dışında Cemâlî, Şemsî, Nakkaş Sâfî, Gelibolulu Za’ifî, İvaz Paşazâde Atâî, Hüsâmî, Hassân, Bursalı Ulvî ile Aşkî II. Murad döneminin ileri gelen şairleridir.
Osmanlı Padişahlarından birçoğunun şiir yazdığı bilinmektedir. Bunların önemli bir kısmı hassaten şairdir. II. Murad onlardan biriydi. Bir başkası, kuşkusuz en önemlilerinden biri II. Mehmed’dir. Avnî mahlasını kullanan Fatih Sultan II. Mehmed, Osmanlı padişahları içinde divan sahibi olan ilk hükümdardı. Ahmed Paşa, Adnî mahlasını kullanan Mahmud Paşa, Nişanî mahlaslı Karamanlı Mehmed Paşa, Cemalî, Aşkî, Melîhî, Karamanlı Nizâmî, Sarıca Kemal, Zeynep Hanım ile esnaf şair Hûfî Fatih döneminin önde gelen şairleridir.

CEM ŞAİRLERİ

Yine yaklaşık aynı dönemde şehzadelerin çevresinde oluşan bir edebiyat camiası da vardır. “Cem Şairleri” kendisi de şair olan Şehzade Cem’in çevresinde bulunan şairlere verilen addı. Bu şairler; Türâbî, Sirozlu Sa’dî, Haydar, Kandî, La’lî, Sehayî, Şâhîdî ile Şerifî-i Âmidî idi.
Daha “Cem Şairleri”inin vefası ile Adnî mahlasıyla şiirler yazan II. Bayezid’in çevresindeki şairlere gelemedik…

Siz bir de şu, sanatın içine tükürenlere bakın!

12 Haziran 2011 Pazar

Kazmayı derin vuran Ferhat

...Baba Evi, Avare Yıllar, Murtaza, Cemile, Bereketli Topraklar Üzerinde, Suçlu, Devlet Kuşu, Vukuat Var, Dünya Evi, El Kızı, Hanımın Çiftliği, Eskici ve Oğulları, Gurbet Kuşları, Sokakların Çocuğu, Bir Filiz Vardı, Müfettişler Müfettişi, Yalancı Dünya, Üç Kağıtçı. Bunlara, Ekmek Kavgası, Sarhoşlar, Çamaşırcının Kızı, 72. Koğuş, Grev, Arka Sokak, Kardeş Payı, Babil Kulesi, Dünyada Harp Vardı, Mahalle Kavgası, İşsiz, Önce Ekmek, İspinozlar, Küçükler ve Büyükler... Koğuş Hanımın çiftliğini dizi yapanlar, bu romanlarda toplumcu gerçekçi Orhan Kemal’e ait ne varsa tümünü kazıyıp atmışlardır...



ORHAN KEMAL, 41 YILDIR İŞÇİ SINIFININ YÜREĞİNDE GÖMÜLÜ

“Seslendi bez dokuyan basma dokuyana
- Duydunuz mu arkadaşlar,
Kim çıktı dışarı?
- Orhan Kemal.”
Böyle başlıyor Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Orhan Kemal’e Ağıt” başlıklı şiiri. Şiir, ağıt olmaktan çok bir uğurlama havasıdır aslında. Şiirin tamamındaki, uzaktan uzağa duyduğumuz uğultunun, “gök dökülürcesine kuşlar”la, “göz alabildiğine pamuklar”ın, “çuvalı on kuruşa koza ayıran çocuklar”la, “Satılmış’ın arabasındaki atlar”ın davul-zurna seslerine karışan uğultusu olduğunu, yine uzaktan uzağa duyduğumuz fısıltıdan anlarız:
“Seslendi ulu çınarın kökü uluca kavağın köküne
- Duydunuz mu kardaşlar,
Kim girdi içeri?
- Orhan Kemal.”

İŞÇİLERİN ORHAN KEMAL’E SON GÖREVİ

Bulgar Yazarlar Birliği'nin çağrısı üzerine gittiği Sofya'da, 2 Haziran 1970 günü ölen Orhan Kemal’in cenazesini 5 Haziran’da Kapıkule’den alıp İstanbul’a doğru yola çıkan şair ve yazar dostlarını, Fazıl Hüsnü’nün bu şiirini doğrulayan bir sürpriz bekliyordu Babaeski’de. Orhan Kemal’i şehrin girişinde karşılayan işçiler, yazarlarına olan son görevlerini tabutuna çiçek sunarak yerine getiriyorlardı. Çiçek buketinin üzerinde şu sözler yazılıydı: “Biz işçiler, hatıran önünde saygıyla eğiliriz”.

ÇAĞDAŞ FERHAT

“Çağdaş Ferhat’tı Orhan Kemal/Bilirdi kayalar nice sert/Yara yara geldi dişiyle tırnağiyle/En dipten en tepeye/Yiğit insan, yalın kuvvet/Ünü büyüyecek dilden dile/Kimse önleyemeyecek/Bin yıl sonra bakacaksınız/O var köylerde, kentlerde/Okullarda çocukların ezberinde/Derin vurdu kazmayı/Orhan Kemal ölmeyecek”.
Talip Apaydın ise, ölümünün ardından yazdığı şiirde bunları söylüyor “Çağdaş Ferhat” olarak nitelediği Orhan Kemal için.
“Ferhat” bir iğretileme belki, ancak, kazmayı derin vurduğu saptaması tümüyle gerçektir!

EDEBİYATIN EMEKÇİSİ

Orhan Kemal gerçekten de derin vurdu kazmayı. Bunu, eserlerinin belli başlılarını; öykü, roman ve oyunlarını şöyle bir hatırlayarak da anlayabiliriz. Orhan Kemal’in indiği derinlik de, bu derinliğin neresi olduğu da yapıtlarından belli olacaktır.
Toplumun “en alttakileri” olarak da tanımlayacağımız bu derinlikteki kesim elbette işçi sınıfıdır. Hayat öyküsünden de bildiğimiz gibi, Orhan Kemal hem ilk gençlik yıllarında Beyrut’ta ve Adana’da, hem de daha sonra bulaşıkçılık, matbaa işçiliği ve kâtiplik gibi birçok işte çalışmıştır. Adana’nın çırçır fabrikalarındaki pamuk işçilerini de, İstanbul’un Cibali Tekel Fabrikası’ndaki tütün işçilerini çok yakından, taa içlerinden tanımaktadır. Adana’dan İstanbul’a göçtükten sonra da, yaşamını 1970’teki ölümüne dek bir edebiyat emekçisi olarak sürdüren Orhan Kemal’in 1950 ve 1960’larda öykülerini satabilmek için Cağaloğlu’nda, senaryolarını satabilmek için de Yeşilçam’da çalmadık kapı bırakmadığı edebiyatımızın edebiyat tarihlerine yansımayan yanlarından sadece biridir.

ORHAN KEMAL’DEN KAZINANLAR

Orhan Kemal’e, birkaç yıldan beri uzatıla uzatıla pehlivan tefrikasına çevrilen “Hanımın Çiftliği” dizisinden bakarsak yanılırız! “Hanımın Çiftliği” ile bu romanda geçen olayların öncesi ve sonrasındaki olayları anlatan “Vukuat Var” ile “Kaçak”, Orhan Kemal’in en önemli romanları değildir. Evini geçindirmek için çok yazmak durumundaki Orhan Kemal, bazı konuları, farklı zamanlarda başka yönleriyle yeniden ele almıştır. Bu üç romanın “Hanımın Çiftliği” üst başlığı altında toplanması, yazarın ölümünden çok daha sonra, yakın zamanların işidir. “Hanımın Çiftliği”ni dizi yapanlar, bu romanlarda toplumcu gerçekçi Orhan Kemal’e ait ne varsa tümünü kazıyıp atmışlardır. Orhan Kemal’in en önemli yapıtlarından “Bereketli Topraklar Üzerinde” romanından uyarlanan filmin başına gelenler henüz belleklerdeyken reyting peşinde koşan dizi filmcilerden aslına uygun film beklemek elbette hayal olurdu.

İŞÇİ SINIFININ ROMANCISI

Orhan Kemal’in en önemli romanları, yazarın Çukurova’daki tarım işçileri ile çırçır fabrikalarını anlattığı Bereketli Topraklar Üzerinde, Murtaza ve Cemile ile İstanbul’daki Cibali Tütün Fabrikası işçileri ve çevresini anlattığı Devlet Kuşu, Gurbet Kuşları ile Müfettişler Müfettişi gibi romanlarıdır. Panait Istrati’den tatlar bulduğumuz Baba Evi, Avare Yıllar ile Dünya Evi ise, Orhan Kemal’in, yaşam öyküsel özellikler taşıyan, birbirinin devamı yine üç önemli romanıdır. Öyküleri içinde ise Ekmek Kavgası’nı, Çamaşırcının Kızı’nı, Grev’i, Kardeş Payı’nı ve İşsiz’i il akla gelenler olarak sayabiliriz. Bunların tümü de Orhan Kemal’in içinden çıkıp geldiği işçi sınıfını anlatırlar. Türkiye’de bir işçi sınıfı edebiyatından söz edilebiliyorsa, bu edebiyatta, Orhan Kemal’in öyküleri, romanları ve oyunlarıyla azımsanmayacak bir emeği ve önemli bir yeri vardır. Orhan Kemal’in 1950’lilerin sonları ile 1960’larda yazdığı işte tüm bu öykü ve romanlar, Türkiye’de işçi sınıfının durumunu tüm gerçekçiliği ile ortaya koyan yapıtlardır. Özelleştirme, taşeronlaştırma ve sendikasızlaştırma sarmalındaki günümüz işçi sınıfı, sömürünün en vahşi biçimlerini yaşarken Orhan Kemal’in bu vahşi biçimlerin yaşanmış en kaba örneklerini anlattığı öykü ve romanları okumakta, okunduysa bir kez daha okumakta yarar var.

3 Haziran 2011 Cuma

Cengiz Aytmatov Çağımızın Manas’ıydı

...10 Haziran 2008'de Almanya’nın Nürnberg kentinde hayatını kaybeden Cengiz Aytmatov, Romanlarında bir yandan modern Rus edebiyatının zengin olanaklarından yararlanırken bir yandan da Manas Destanı gibi Türk ve Kırgız dünyasının sözlü edebiyat eserlerine yaslanmıştı...


Efsaneye göre “Sarı Özek” bozkırında yaşayan “Naymanlar”ın topraklarını istilâ eden “Juan Juanlar”, esir aldıkları Nayman gençlerinin kafalarını tıraş ederek yaş deve derisi geçirirler. Kuruyarak daralmaya başlayan deri, uzamaya başlayan saçların kıl dönmesine benzer bir biçimde kurbanın kafa derisine girmesini sağlayarak korkunç acılar veren bir işkence aracına dönüşür. Kafalarına deve derisi geçirilmiş Nayman gençleri bu işkencenin sonunda ya ölürler ya da belleklerini yitirerek “Mankurt”laşırlar. Efsanenin konu ettiği Nayman Ana ise, oğlunu arayan bir Kırgız anasıdır ve onu bulduğunu sandığı bir anda, Mankurt olan oğlunun okuyla vurularak öldürülecektir.
“Gün Uzar Yüzyıl Olur”, odağında bu efsanenin yer aldığı, Kırgızistan bozkırlarından birinde, “Sarı Özek”te tekdüze bir yaşam sürdüren demiryolcu Yedigey’in, en yakın arkadaşı Kazangap’ı, vasiyeti üzerine, atalarından kalan kutsal Sarı Özek bölgesinde bir mezarlığa gömmek istemesinin öyküsüdür. Romanda geçmiş zaman ile şimdi, gerçek ile efsane iç içedir.
“Gün Uzar Yüzyıl Olur” adlı romanındaki bu efsaneyle günümüz arasında koşutluk kuran Cengiz Aytmatov, bir efsane motivi olmaktan çıkardığı “Mankurt” kavramına siyasal, ideolojik ve sosyolojik bir derinlik ve genişlik kazandırarak evrenselleştirmiştir de. Tarihsel mankurtlaşma, aslında, modern zamanlarda yaşanan mankurtlaşmanın iz düşümüdür âdeta.
Gün Uzar Yüzyıl Olur’da geçmiş ile şu an, gerçekler ile destanlar iç içedir. “Mankurt” ihanet edenin, toplumunu arkadan hançerleyenin, halkının ve ülkesinin düşmanlarının safına geçenin adı olmuştur.


ZEMİN VE BAĞLAM FARKI
“Gün Uzar Yüzyıl Olur” ya da günümüzdeki basımlarda kullanılan diğer adıyla “Gün Olur Asra Bedel” başta olmak üzere, Aytmatov’a büyük ün kazandıran romanlarının hemen hemen tümünde, bu yapıtların yazıldığı Sovyet düzenine –özellikle de Stalin dönemine- yönelik eleştiriler yanında üstü örtülü suçlamalarla kendini belli eden bir muhalif tavır her zaman var olmuştur. Ancak tüm sanat yapıtları için olduğu gibi Aytmatov’un romanları için de değişmez olan şey, yapıta anlam kazandıran gerçeğin ele alındığı bağlamdır. “Öğretmen Duyşen”den “Beyaz Gemi”ye, “Elveda Gülsarı”dan “Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek”e tüm Aytmatov roman ve öykülerinin otuz yıl önceki okunuşları sırasında oturdukları zemin ve ilişkilendirildikleri bağlam ile şimdi otuz yıl sonra oturdukları zemin ve ilişkilendirildikleri bağlam farklıdır.


OTUZ YIL ÖNCE VE OTUZ YIL SONRA
Bu zemin ve bağlam, otuz yıl sonra şimdikinden de farklı olacaktır. Otuz yıl önce Gorki ve Ehrenburg’dan sonra akla ilk gelen Sovyet yazarı olan Aytmatov, şimdi otuz yıl sonra Kırgızistan denilince ilk akla gelen kişi olmaktadır. Otuz yıl önce “Sovyet” olduğu için “tu kaka” edilen aynı yazar şimdi otuz yıl sonra “Türk dünyası”nın en büyük yazarı olarak görülmekte ve ilan edilmektedir. Otuz yıl önce Türkiye’de “sol” kütüphanenin kitapları arasında yer alan tüm bu yapıtlar, şimdi otuz yıl sonra “sağ” kütüphanenin kitapları arasında yer bulmaktadır. Aytmatov’un romanlarını otuz yıl önce yayımlayan yayınevleri ile otuz yıl sonra yayımlayan yayınevleri aynı mıdır, bu romanlar otuz yıl sonra da aynı adlarla mı yayımlanmaktadırlar sorularına verilecek tek bir cevap bile zemin ve bağlam farkını ortaya koyabilecektir. Bu otuz yıl önce otuz yıl sonra yinelemesi konuyla ilgili daha birçok ayrıntıda sürdürülebilir elbet, ancak ne var ki, yazar da, yapıtı da edebiyat tarihi içinde gündelik değerlendirmelerin ötesinde bir yer bulabildikleri ölçüde tüm zamanların üstüne çıkabilmektedirler.
Cengiz Aytmatov, şimdi olduğu gibi henüz otuz yıl önce de tüm zamanların üstüne çıkan yapıtlar verebilmiş bir yazar konumundadır. Ona bu niteliği kazandıran şey, damlada denizi, yerelde evrenseli içerebilmesi yanında, bundan daha güçlü olarak da şimdinin tuzağına düşmeden tarihselde geleceği öngörebilmiş olmasıdır. Bunu hemen hemen “Öğretmen Duyşen”den bu yana ortaya koyduğu bütün yapıtlarında görebiliriz.
Yine de “Gün Uzar Yüzyıl Olur”daki zemin ve bağlam, ele aldığı günün ve günümüzün ötelerine uzanan niteliğiyle diğer tüm romanlarından ayrılıyor. Çağımızda Manas, Cengiz Aytmatov’un kaleminde yeniden hayat bulmuştur.

CENGİZ HAN’LA YAŞIT BİLGE
Cengiz Aytmatov ve yapıtı üzerine düşünürken “otuz yıl önce otuz yıl sonra” yinelemesi yaparak “zaman ve bağlam farkı”na dikkat çekmek istemiştim. Her ikisi de birbirine göre şekillenen bu farklar yazarı değil –hem de hiç değil,- daha çok –hatta tümüyle- okuru ve yapıt üzerine yazanı ilgilendiren bir durumdur. Yazar tümüyle bunların dışındadır. Şimdi artık hayatta olmadığı için değil, daha yapıtını ortaya koyduğu anda da böyleydi bu.
Yaşadığı toplum ve coğrafyanın dışına çıktığı anlar hariç, “Öğretmen Duyşen”den “Cengiz Han’a Küsen Bulut”a, “Kassandra Damgası”na değin Cengiz Aytmatov’un ortaya koyduğu tüm yapıt, günün, içinde yaşadığı ve yazdığı şimdiki zamanın geçici olduğunun bilincinde olan, zamanlar üstü bir yazarın ortaya koyabileceği bir yapıttır. Belki zaman yerine çağ sözcüğünü seçmek, zaman sözcüğünde içerili her türlü toplumsal düzenin gelip geçiciliğini işaret etmekte daha isabetli bir tutum olacak. Gerçekten de yüzlerce-binlerce yıldır dilden dile, kulaktan kulağa, kuşaktan kuşağa aktarılan bir destan karşısında bilemediniz yüz yıl sürmüş bir toplumsal-siyasal düzenin lafı mı olur?
Daha açık söylemek gerekirse, yüzlerce-binlerce yıldır söylene-anlatıla gelen Manas’ın Saka’nın, Şu’nun içinde yetişmiş, böylelikle de Mete ile Cengiz ile Timur ya da Uluğ Bey ile Korkunç İvan ya da Lenin ile yaşıt bir bilge için Stalin ya da Kruşçev ya da tüm bir Sovyet dönemi biraz sonra “az önce” diyeceğimiz kısa bir andan başka nedir ki!

ÖNÜNDEKİ ÇUKURA DÜŞMEMEK
Aytmatov tüm bunları; kendi hayatı ve yaşadığı çağ da içinde olmak üzere, şimdiki zamanın, gündelik hayatın değil tarihin ve geleceğin önemli olduğunu daha ilk yapıtlarından başlayarak görmüştü. Bilinmeyen bir tarihte olmuş olanı hali hazırın içinde, şimdi, şu anda gerçekleşiyormuş durumunda olan bir olgu haline getirmek için de, çağdaş bir destan yaratıcısı olmak gerekir. Hem yıldızlara bakmak hem de önündeki çukura düşmemek!
“Gün Uzar Yüzyıl Olur” romanı ve onu tamamlayan “Cengiz Han’a Küsen Bulut” işte tam da bu açıdan çağdaş bir Manas olarak durmakta.
Burada değinilmesi gereken bir başka şey de, özün ta kendisi oluncaya değin bütün fazlalıklarından arındırarak yalınlaşmayı başarabilmektir. Bir başka deyişle, külü üfleyip ateşin ruhuna, köze varmaktır. Öyle ki, biz, Aytmatov’un romanlarını Türkçe çevirilerinden okumamıza karşın, bu özü –közü!- daha ilk cümlelerden itibaren ayırt edebilmekteyiz.

YAZARA VE YAPITA HAKSIZLIK
Öte yandan, Aytmatov’un romanlarını, beş altı milyon nüfuslu bir ülkenin diliyle Kırgızca değil de Rusça yazmış ve yayımlamış olması yazarın yapıtlarını vermeye başladığı çağa özgü bir durumdur. Hatta zorunluluktur bile denebilir buna. Tüm sanat ve edebiyatın Rusça yapıldığı Sovyetler ülkesinde bu dilde yazmak, Aytmatov’a oldukça geniş bir okuyucu kitlesi de kazandırmış ve yazar buradan Avrupa’ya ve dünyaya Rusça üzerinden açılabilmiştir.
Ve elbette biz de onu böyle tanıdık.
Ancak yanlış tanıdık. Otuz yıl önce sadece “Sovyetik” yönünü gördüğümüz Aytmatov’u şimdi bugün otuz yıl sonra sadece “Türk-Kırgız” yönüyle görmek Aytmatov’a ve yapıtına yapılabilecek en büyük haksızlıktır. Tıpkı Nâzım Hikmet’e yapılan haksızlıkta olduğu gibi…

GERÇEĞE KARŞI GERÇEK:EFSANE
Romanlarında bir yandan modern Rus edebiyatının zengin olanaklarından yararlanırken bir yandan da Manas Destanı gibi sözlü edebiyat eserlerine yaslanan Cengiz Aytmatov, bu eşsiz zenginlikten en iyi yararlanan yazar oldu. Dayandığı bu sözlü edebiyat ve kültür, romanlarının temel dinamiğini oluşturdu. “Yüz Yüze” (1957), “Cemile” (1958), “Selvi Boylum Al Yazmalım”, “Deve Gözü” (1961) Aytmatov’u Sovyet edebiyat dünyasına tanıtan yapıtlar oldu. Özellikle de, Aragon’un “dünyanın en güzel aşk öykülerinden biri” dediği Cemile… 1962’de “Öğretmen Duyşen”le hem yaslanacağı kültürü netleştirmiş, hem de olgunlaşıp ustalaşmıştır. 1963’te yayımlanan “Toprak Ana” Lenin Ödülü’nü getirir. 1964’te “Elveda Gülsarı”yı yazar. “Gülsarı”nın o yılın en iyi romanı olduğu kanısı birçok eleştirmence paylaşılacaktır. 1970’te “Beyaz Gemi”yi “Askerin Oğlu” ve “Oğulla Görüşme” izler. 70’ler, Aytmatov’un geleneksel motif, efsane ve masalları ele alışının son derece inceldiği ve özgünleşip biricikleştiği yıllardır. 1973’te ilk ve tek tiyatro eseri “Fujiyama”yı Kaltay Muhammedcanov ile birlikte yazacak, büyük ilgi gören “Fujiyama” pek çok dile çevrilip sahnelenecek, sinemaya da uyarlanacaktır. Aytmatov’un sinemaya uyarlanan bir başka yapıtı da “Selvi Boylum Al Yazmalım”dır. Atıf Yılmaz’ın yönettiği film, Türkan Şoray’a Taşkent Film Festivalinde en iyi kadın oyuncu ödülü kazandırmıştır. 1977’de “Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek”, 1980’de ise, belki de Aytmatov’un en önemli romanı “Gün Uzar Yüzyıl Olur” yayımlanır. Efsaneden yola çıkan Aytmatov, “Mankurtlaşma” kavramıyla gerçeği koyar insanlığın önüne. Üstü örtülü düzen eleştirisinin, giderek üstünün açıldığını da görürüz. Uzay çağı gerçeği ile bozkır dünyası değerlerinin karşı karşıya geldiği roman, uzay çağının kazanmasıyla sona erecektir. 1986’da “Dişi Kurdun Rüyaları”nı 1990’da “Cengiz Han’a Küsen Bulut” izlese de “Gün Uzar Yüzyıl Olur”un yayımlanmasından on yıl sonra hayat efsaneyi doğrular…

KOLHOZCU, VETERİNER VE DİPLOMAT
1928’de Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’e köylerden birinde doğan Aytmatov’un babası Törekul Aytmatov, 1937’de Moskova’da ihanet suçundan tutuklanarak ölüme mahkum edilmiş bir parti görevlisidir. Daha sonra yapılan araştırmada suçlu olmadığı kanaatine varılırsa da aile ancak itibarın iadesinden sonra Kırgızistan’a dönebilir. Annesi çeşitli memuriyetlerde bulunmuş, dört çocuğunu tek başına büyütmek durumunda kalmış bir kadındır. Çocuk yaşta çalışmaya başlayan Aytmatov, ondördünde kolhozun sekreteri olur, vergi memurluğu yapar. 1946’da Kazakistan’da veterinerlik okur. 1953’de veteriner çıkar. 1956-58’de Moskova’da Gorki Edebiyat Enstitüsü’ne devam edecek, 1958’de Moskova Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne girecektir. 59’da Sovyetler Birliği Komünist Partisi ve Yazarlar Birliği’ne kabul edilir. Literaturneya Kırgızistan dergisi editörlüğünü ile Pravda’nın Orta Asya muhabirliğini üstlenir. Daha sonra Novy Mir’in editörlüğünü yapar. 1968’de Büyük Sovyet Edebiyat Ödülü’nü kazanır. Aynı yıl Kırgızistan milli yazarı seçilir. Peş peşe eserler vermeye başlayan Aytmatov, 1978’de Yüksek Sovyet Prezidium’u tarafından Sosyalist İşçi Kahramanı olarak ödüllendirilmiş, 1983’te Büyük Sovyet Edebiyat Ödülü’nü ikinci kez kazanmıştır. Gorbaçov döneminde Sovyet Parlamentosu Kültür ve Ulusal Diller Komitesi Başkanlığı ile Sovyet Yazarlar Birliği Sekreterliği görevlerinde bulunmuş, Sovyetler Birliği dağılmadan önce Gorbaçov’un beş danışmanından biri olmuştur. Issıg Göl Forumu’nun kurucularından Aytmatov, ayrıca Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde SSCB ve Kırgızistan büyükelçiliği yaptı.