30 Ocak 2011 Pazar

“Tutunamayanlar”ın Abdülhamit rüyası

...“Tutunamayanlar”ı yanlış okumanın sonucu bütün bunlar… Günümüzün yaşayan gerçek “Selim Işık”ı ya da “tutunamayanlar familyası”nın tiwetter ya da facebook aydını; Oğuz Atay’ın, Selim Işık’ın hiçbir şeye tutunamamasını kapsamlı bir aydın eleştirisi olarak ele aldığını, Abdülhamit kadar (toplumsal siyasal düzen), Dilazer’i de (aydın) eleştirdiğini, toplumsal-siyasal düzenin kendisi kadar (Abdülhamit), aydını da (Dilazer) suçladığını görmedikçe, 12 Eylül düzeni ve onun zulmünden -şimdilerde kurulmakta olan yeni bir düzen ve onun zulmünden- karşı koymak yerine kaçmaktan -çünkü Turgut’un rüyası çoktan gerçek olacak-kaça kaça facebook’ta bile yer yer bulamayacaktır kendine...

BAŞKA BİR GÖZLE OKUYUNCA…

“Turgut, o gece, daha sonraları her hatırlayışında ürperdiği ve ‘Abdülhamit Rüyası’ adını verdiği bir kâbus gördü. Sabaha karşı rüyanın dehşetiyle birdenbire uyandı.
“Rüyasında, rüyanın hemen başlarında padişah Sultan Abdülhamit’i gördü. Koyu kırmızı büyük bir salonda, bir divanın üstüne, Sultan Abdülhamit, elbiseleriyle uzanmıştı. Başında kırmızı bir fes, parlak siyah redingotunun üstünde de ucuna bir nişan asılmış kalın ve sarı bir kurdele vardı. Divanda ipekli bir örtü Sultan’ın hemen yanı başında duruyordu. Abdülhamit bu örtüye yer yer sarınmıştı. Tıpkı anlatıldığı gibi ufak tefek, koca burunlu ve kara sakallıydı. Turgut, Sultan’a bu kadar yakın olmaktan biraz mahcup ve ürkek, konuşmadan Abdülhamit’i seyrediyor, bir yandan da kendine cesaret vermeye çalışıyordu: ben Cumhuriyet çocuğuyum, ben Cumhuriyet çocuğuyum. Bir ilkokul öğrencisi gibi hissediyordu kendini: neden korkacakmışım Abdülhamit’ten? Fakat, hiç konuşmayan bu küçük adamda ürkütücü bir otorite vardı. Başıyla Turgut’a işaret etti. Turgut da divanın yanındaki sandalyeye oturdu. Abdülhamit’i şimdi çok yakından görüyordu. İkisi de susuyordu. Birden, Sultanın sarıldığı örtüler kımıldadı, ipek kumaşın arasından, Turgut’un o ana kadar fark etmediği bir adamın başı ve kolları dışarıya çıktı.” (Tutunamayanlar, İletişim Yayınları, 46. baskı, 2010 İstanbul, sf. 82-83).

RÜYADA ABDÜLHAMİT VARSA…

1970 yılında TRT’nin roman ödülünü aldıktan yıllar sonra yayımlanma olanağı bulan Tutunamayanlar’ın özellikle 1970 ve 80’den sonra yetişen kuşakları bu denli çok ve yoğun etkilemesinin ipuçlarından birini verir romanda, romanın baş kişilerinden Turgut Özben’in gördüğü bu rüya.
Rüyanın devamında, Abdülhamit ile ipek örtülerin arasında, onun hükmü ve bağışlaması altında ona sevgisini göstererek divanın ortasında kendisi için yapılmış bir oyukta durmadan bir yılan gibi kıvranarak yaşayan adam, Dilazer, var olan toplumsal-siyasal düzen/Cumhuriyet ve onun geleceği hakkında bugünlerde son derece güncel ve yakıcı olan bir saptamada bulunurlar. Cumhuriyet yönetimi altında geçen bir romanda, kahramanın gördüğü rüyada Abdülhamit varsa, bir geriye dönüş kuşkusu ve korkusu, yeni bir baskıcı toplumsal düzen sorunsalı da var demektir.
Turgut birdenbire sorar:
“Yaptığımız devrimlerin aslı yok mu dersiniz?”
Abdülhamit: “Bana kalırsa yok”…

ABDÜLHAMİT AYDINI: DİLAZER

“Ayaklarını altına topladı, bir eliyle siyah mesini tutarak sözlerine devam etti: ‘Ben, bütün olacakları evvelden görmüştüm. Benimle başa çıkamayacağınızı biliyordum. Ben ve Dilazer, sizin yenemeyeceğiniz kuvvetlerdik. Hele Dilazer! Çok marifetlidir: istediğin kılığa girer.’ Dilazer, siyah mesin altından başını çıkardı: ‘Girerim’. ‘Sizin hatanız buradaydı: Dilazer’in yerine koyacak adamınız yoktu.’ Dilazer, Turgut’un sandalyesinin yanında göründü, Turgut irkildi. Yılan adam sırıtarak: ‘Adamınız yoktu’ dedi ve gene kayboldu.” (Sf. 84).
Cumhuriyet yönetimi altında, onun verdiği tarih bilgisi, dünya görüşü ve kültürle yetişmiş Turgut buna elbette şiddetle itiraz edecektir: “Cumhuriyet, bu duruma bu kadar kayıtsız kalamaz. Bunlara göz yumamaz!”

MUSTAFA KEMAL: “GÜCÜM YETMİYOR”

Rüya bu elbet ama, rüyaların gerçeklerle ilgisi olduğu da bir gerçekse Cumhuriyet’in de konuşması gerekir ve nitekim, rüyanın bundan sonrasında sahneye Mustafa Kemal çıkar. Ancak bu çok yaşlı, çok yorgun, takatsiz bir Mustafa Kemal’dir:
Turgut, “Yerinden kalkmaya çalışarak Abdülhamit’e doğru uzattı ellerini. Oda kararmıştı, divanı göremiyordu artık. ‘Üçüncü Cumhuriyeti de kurduğum halde bunlara neden mi engel olmuyorum?’ Duyduğu bu yeni sese çevirdi başını. ‘Gücüm yetmiyor,” dedi ses. Oda biraz aydınlandı: Turgut’un karşısında Mustafa Kemal duruyordu. Onu resimlerinden tanıyan biri için kim olduğunu anlamak çok güçtü; fakat Turgut tanıdı. Mustafa Kemal çok şişmanlamıştı. Saçlarının hemen hepsi dökülmüş, sırtı kamburlaşmıştı. Sesi yorgun çıkıyor, konuşurken dudaklarının arasından altın dişleri görünüyordu. Buruşuk yüzü beyaz kıllarla kaplıydı. Eski bir robdöşambr giymişti.
“Turgut bütün gücünü toplayarak konuşmaya çalıştı: ‘Nasıl olur? Siz idare etmiyor musunuz? Nasıl engel olamazsınız?’ Mustafa Kemal, çaresizliğini gösteren bir hareket yaptı. Turgut, ona doğru ilerlerken uyandı.” (a.y.)

“ABDÜLHAMİT RÜYASI”NIN ÖNEMİ

Eskimezlik kazanmış birçok roman gibi “Tutunamayanlar” da, farklı dönemlerde o döneme uygun, o dönemle yakından ilgili yanları öne çıkarılarak yeniden okunuşlar taşıyan bir başyapıt durumunda. “Tutunamayanlar” denilince hemen akla Oğuz Atay’ın Oğuz Atay denilince de “Tutunamayanlar”ın gelmesi bu nedenle. “Tutunamayanlar” demek, büyük ölçüde, hatta bütünüyle “tutunamayanlar”ın (“disconnectus erectus”) “prensi”, giderek de “İsa”sı Selim Işık demek olduğuna göre, bunu, kuşkusuz romanın baş kişisi Selim Işık için de yineleyeceğiz demektir.
İlk yayımlandığı 70’lerde başka bir gözle ve başka türlü okunan kitap, 80’lerde başka bir gözle ve başka türlü okundu. 90’larda, 80’lerdeki bu okunuş biçimini pek az değiştirerek sürdürmekle birlikte, 80’lerin karanlığında yolunu kaybedenlere -tıpkı Selim Işık’ın kendine oluşturduğu gibi- sığınabilecekleri, içinde yaşayabilecekleri bir “in”, bir kaçış olanağı sağlayan roman, günümüzde çok daha başka bir gözle ve çok daha başka türlü okumalara da açıktır.

KÜÇÜK BURJUVA AYDIN ELEŞTİRİSİNDE UÇ NOKTALAR

Bu okumalardan birinden yola çıkacak okur, aynı gözle okuduğunda romanda kapsamlı bir cumhuriyet eleştirisi bulabilecektir. Romanda özellikle Selim Işık’ın yazdığı metinler ile (bkz. “Ne yapmalı”) “Süleyman Kargı’nın Açıklamaları” başlığı altında Süleyman Kargı’nın ağzından Selim Işık’ın yazdığı metinlerde bu yaklaşım fazlasıyla vardır. Tutunamayanların bu tür okuyucusu, kitabı, romana “ikinci cumhuriyetçi” –hatta “üçüncü cumhuriyetçi”, Turgut’un gördüğü rüyada bu ibare de vardır- bir anlam vermeye kadar götürebilecektir.

Bir başka okuma biçimi ise, romanı doğru yere oturtarak buradan olumlu bir cumhuriyet eleştirisi çıkarmaktır. Roman bunu, hem Selim Işık’ın hem Turgut Özben’in gözünden alaycı bir anlatımla yapmaktadır aslında. Selim Işık’ın yazdığı metinlerle yine Selim Işık’ın Süleyman Kargı’nın ağzından “Süleyman Kargı’nın Açıklamaları” başlığı altında yazdığı metinlerde bu gözü görmek mümkündür. Bu metinlerde alaycı bir dil, tarih ve kültür eleştirisi vardır. Turgut’un Ankara’da iş takibi günlerinin anlatıldığı İkinci Bölüm 9. fasılda Metin’le geçirdiği Dostoyevski romanlarını anıştıran sahnelerin yaşandığı gecede olanlar –örn. pavyonda dans, genelevde kumar,- küçük burjuva aydın eleştirisinde romanın yazıldığı zamanlar için oldukça uç sayılabilecek eleştiriler içermektedir. 10. fasılda Turgut’un devlet dairesindeki dosya savaşı ise devlet bürokrasi eleştirisinde kara mizahın doruklarıdır.

TUTUNAMAYANLARIN ÇIKMAZI

Doğu ile Batı arasındaki büyük parantezin içinden özgürlüğe çıkmak istedikçe, parantezin bir tarafından öbür tarafına kayan aydının ideolojik-siyasal ve kültürel çıkmazını irdeleyen roman, iki kahramanından birini, Selim Işık’ı ölüme, diğeri, Turgut Özben’i imi timi bellisiz olmaya yollarken çıkış yolunu kendisi de bilmemektedir. (Kısacık yaşamı ve yaşadığı yılların Türkiye’si düşünülürse aslında Oğuz Atay’ın da kafası karışıktır.) Romanın en önemli çıkmazı, ama öte yandan da “Tutunamayanlar”a asıl anlamını veren şey budur. Tutunamayanlar tutunacak bir şey bulamadıkları için alaycı, kinik ve neredeyse her şeye karşı inançsız ve hatta kaygan “disconnectus erectus”turlar.
Peki, gerçekte “tutunacak” hiçbir şey yok mudur?
Vardır!
Ama aydın, inanıp kendi kendisini tutamak yapmadıkça yoktur!

Turgut’un, 724 sayfalık romanın henüz başlarında gördüğü “Abdülhamit Rüyası” –aslında kâbusu demeliyiz- roman için işte bu açıdan, aydının içinde bulunduğu parantezden çıkabilmesi açısından önemli. Laik, demokratik cumhuriyete “inanan” aydının Abdülhamit korkusunun altında aslında tam da bu vardır: Hiçbir şeye tam olarak inanmamak!

DÜZENİN VE AYDININ KAYGANLIĞI

70’lerde ve 80’lerde okunduğunda anlamı ve önemi görülmeyen/anlaşılmayan bu rüyanın tüm romanla, romanın dünyası ve kişileriyle (Selim Işık ve Turgut Özben başta gelmek üzere) ilgisi, onların, içinde yaşadıkları toplumsal-siyasal düzende kapladıkları toplumsal-siyasal hacimle ilgili. Ki bunlara, tarihsel, kültürel, ahlaki, tinsel, bedensel ve hatta cinsel birçok boyut da ekleyebiliriz.
Uluorta yapılan tüm post-modernist değerlendirmelerin tersine böyle biçimsel kimi öğeler taşımakla birlikte modernist bir roman olan ve Türk romanı içinde kendisine seçkin bir yer edinen “Tutunamayanlar”ın 70’lerden bu yana yetişen aydın kuşaklarını bu denli derinden etkilemesinin altında, Oğuz Atay’ın romancı dehasının yarattığı Selim Işık ile onun adeta tilmizi sayılabilen Turgut Özben’in “tutunamama” kavramı çevresinde oluşturulan kişilikleri, yaşamları ve trajedilerinin yanı sıra, Türkiye’nin son 40-50 yılda yaşadığı toplumsal-siyasal ve elbet daha bir sürü sel-sal alt üst oluşların etkisini de aramak gerekir. Üstelik biz bu yarım yüzyılın içine, tarihi 1840’ların 50’lerin Türkiye’sine kadar çekerek, daha en az bir yüz yıl yerleştirebiliriz. Selim Işık’ın sevdiği kadın dahil hiçbir kimseye (akraba, arkadaş, dost) ve hiçbir şeye (ideoloji, eylem, örgüt) tutunamaması/bağlanamaması en az kendi kayganlığı kadar toplumsal-siyasal düzenin kayganlığı ile de ilgilidir.

FACEBOOK AYDINI YA DA KAÇA KAÇA KAÇMAKTAN…

Romandan ve Selim Işık’tan çok etkilenen, kendisini ona benzeten ve ona benzemeye çalışan, ona öykünerek, onun gibi yazılar yazan onlarca, belki yüzlerce aydın, kendi kayganlıkları kadar toplumsal-siyasal düzenin kayganlıklarının da kurbanı durumundadırlar ve “Tutunamayanlar”ı yanlış okumanın sonucu bütün bunlar…
Romanın dünyasından gerçeğin dünyasına geçerek söylersek; günümüzün yaşayan gerçek “Selim Işık”ı ya da “tutunamayanlar familyası”nın facebook aydını; Oğuz Atay’ın, Selim Işık’ın hiçbir şeye tutunamamasını kapsamlı bir aydın eleştirisi olarak ele aldığını, Abdülhamit kadar (toplumsal siyasal düzen), Dilazer’i de (aydın) eleştirdiğini, toplumsal-siyasal düzenin kendisi kadar (Abdülhamit), aydını da (Dilazer) suçladığını görmedikçe, 12 Eylül düzeni ve onun zulmünden -şimdilerde kurulmakta olan yeni bir düzen ve onun zulmünden- karşı koymak yerine kaçmaktan -çünkü Turgut’un rüyası çoktan gerçek olacak-kaça kaça facebook’ta bile yer yer bulamayacaktır kendisine. (Aralık 2010).

23 Ocak 2011 Pazar

Aydın Rüyası

...“Tutunamayanlar”daki “Abdülhamit rüyası”, romanın kendisi gibi çok çeşitli okumalara açıktır. Bunu “Roman Kahramanları”nda belli ölçülerde yapmaya çalıştım. Burada yapmak istediğim, konuyu, toplumsal siyasal düzenle olan çelişkilerinin derinliği ve şiddeti oranında, aydınların gördüğü bu tür rüyalara getirmek...

“Roman Kahramanları” adlı üç aylık edebiyat dergisinin Ocak-Mart 2011 tarihli 5. sayısının dosya konularından biri Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” adlı romanının kahramanı “Selim Işık” idi. Derginin bu sayısında konuyla ilgili benim de “Tutunamayanlar’ın Abdülhamit rüyası” başlıklı bir yazım var.
1970 yılında TRT’nin roman ödülünü aldıktan yıllar sonra yayımlanma olanağı bulan Tutunamayanlar’ın daha başlarında, romanın ikinci kahramanı Turgut Özben’in, vaktiyle en yakın arkadaşı, kadim bir dostu olan Selim Işık’ın intihar ettiğini öğrendiği gün gördüğü bir rüyadır bu. Üniversite yıllarında bir içtikleri su ayrı giden bu iki arkadaş, Turgut’un bir “limonata pasta komparsita” düğünüyle evlenip düzene dahil olmasıyla birlikte giderek uzaklaşmışlardır. Selim’in intihar haberiyle sarsılan Turgut, yakın arkadaş oldukları günleri düşünür, o günlerde birlikte kaleme aldıkları notları bulup okur, Selim ve Selim’in intiharı, kendisi, toplum ve sürüp gitmekte olan aile hayatı üzerine kafa yorar.
Turgut, o gece, daha sonraları her hatırlayışında ürpereceği ve ‘Abdülhamit Rüyası’ adını vereceği şu kâbusu görür:

“KİM KORKAR ABDÜLHAMİT’TEN”

“Koyu kırmızı büyük bir salonda, bir divanın üstüne, Sultan Abdülhamit, elbiseleriyle uzanmıştı. Başında kırmızı bir fes, parlak siyah redingotunun üstünde de ucuna bir nişan asılmış kalın ve sarı bir kurdele vardı. Divanda ipekli bir örtü Sultan’ın hemen yanı başında duruyordu. Abdülhamit bu örtüye yer yer sarınmıştı. Tıpkı anlatıldığı gibi ufak tefek, koca burunlu ve kara sakallıydı. Turgut, Sultan’a bu kadar yakın olmaktan biraz mahcup ve ürkek, konuşmadan Abdülhamit’i seyrediyor, bir yandan da kendine cesaret vermeye çalışıyordu: ben Cumhuriyet çocuğuyum, ben Cumhuriyet çocuğuyum. Bir ilkokul öğrencisi gibi hissediyordu kendini: neden korkacakmışım Abdülhamit’ten? Fakat, hiç konuşmayan bu küçük adamda ürkütücü bir otorite vardı. Başıyla Turgut’a işaret etti. Turgut da divanın yanındaki sandalyeye oturdu. Abdülhamit’i şimdi çok yakından görüyordu. İkisi de susuyordu. Birden, Sultanın sarıldığı örtüler kımıldadı, ipek kumaşın arasından, Turgut’un o ana kadar fark etmediği bir adamın başı ve kolları dışarıya çıktı.” (Tutunamayanlar, İletişim Yayınları, 46. baskı, 2010 İstanbul, sf. 82-83).

DİLAZER: TAM BİR DÜZEN AYDINI TİPİ

Abdülhamit rüyasında Turgut’a, “yaptığımız devrimlerin aslı” olmadığını söyler. “Ben, bütün olacakları evvelden görmüştüm. Benimle başa çıkamayacağınızı biliyordum” der. Devamı şöyle: “ ‘Ben ve Dilazer, sizin yenemeyeceğiniz kuvvetlerdik. Hele Dilazer! Çok marifetlidir: istediğin kılığa girer.’ Dilazer, siyah mesin altından başını çıkardı: ‘Girerim’. ‘Sizin hatanız buradaydı: Dilazer’in yerine koyacak adamınız yoktu.’ Dilazer, Turgut’un sandalyesinin yanında göründü, Turgut irkildi. Yılan adam sırıtarak: ‘Adamınız yoktu’ dedi ve gene kayboldu.” (Sf. 84).
Abdülhamit ile ipek örtülerin arasında, onun hükmü ve bağışlaması altında ona sevgisini göstererek divanın ortasında kendisi için yapılmış bir oyukta kılıktan kılığa giren bir yılan gibi kıvranarak yaşayan Dilazer, tam bir düzen aydınını simgelemektedir.

MUSTAFA KEMAL’İN ÇARESİZLİĞİ

Turgut’un rüyasında Mustafa Kemal de var! Onu resimlerinden tanıyan biri için kim olduğunu anlamanın çok güç olduğu bir Mustafa Kemal’dir bu. Çok şişmanlamış, saçlarının hemen hepsi dökülmüş, sırtı kamburlaşmış, sesi yorgun çıkan, konuşurken dudaklarının arasından altın dişleri görünen, buruşuk yüzü beyaz kıllarla kaplı Mustafa Kemal, eski bir robdöşambr giymiştir.
Ancak Turgut yine de tanıyacaktır.
“‘Üçüncü Cumhuriyeti de kurduğum halde bunlara neden mi engel olmuyorum?’ Duyduğu bu yeni sese çevirdi başını. ‘Gücüm yetmiyor,” dedi ses. Oda biraz aydınlandı: Turgut’un karşısında Mustafa Kemal duruyordu.
“Turgut bütün gücünü toplayarak konuşmaya çalıştı: ‘Nasıl olur? Siz idare etmiyor musunuz? Nasıl engel olamazsınız?’ Mustafa Kemal, çaresizliğini gösteren bir hareket yaptı. Turgut, ona doğru ilerlerken uyandı.” (a.y.)

BİR BAŞKA İSTİBDAT
Oğuz Atay’ın Turgut Özben’e rüyasında Abdülhamit’i gördürmesi rasgele yapılmış bir seçimin sonucu değil. Abdülhamit ve istibdadı, Türkiye’nin kaç kuşak aydınının hayatını karartmış, birçoğunun menfalarda yitip gitmesine neden olmuş, etkisi, 1970’te tamamlanan “Tutunamayanlar”a bir rüya biçiminde yansıyıncaya kadar daha on yıllarca sürmüştür. Bu etki bugün de başka biçimler altında devam etmektedir. Çünkü, bugün bir başka istibdat söz konusudur.
Ve… Toplumsal siyasal düzenle olan çelişkilerinin derinliği ve şiddeti oranında, Türkiye’de aydınlar, bu tür rüyaları hep görürler. Böyle rüyaların görülme sıklığının, düzenin uyguladığı şiddetin oranına bağlı olarak arttığı kanısındayım. Buradan yola çıkarak 12 Mart ve 12 Eylül ile günümüzdeki aydın rüyalarının çok daha yoğun, çok daha sık ve çok daha çeşitli olduğunu ve olacağını ileri sürebiliriz. Başlı başına bir araştırma konusu olan “aydın rüyaları” ile ilgili olarak Türkiye’de ruhbilimcilerin neler yaptığını da bakmak gerekir diye düşünüyorum. Bu konu başlığı altında bir aydın soruşturması yapılsa, çıkacak sonuçlar, görülen rüyaların çeşitliliği, siyasal düzenin baskısının aydınların iç dünyalarına ne oranda ve nasıl yansıdığını da gösterecek, aydınlarımızı daha yakından, daha bir içerden tanımamızı sağlayacaktır.

9 Ocak 2011 Pazar

Türkü yatağı

...Ağıtlardan zeybeklere, kına türkülerinden gelin-kaynana türkülerine, iş türkülerinden taşlamalara, hapisane türkülerinden aşk ve sevda türkülerine oldukça geniş bir çerçeveden söz edilebilir. Bağlamada aynı perdelere basarak Marmara ve Ege’den geçip Karadeniz’den Akdeniz’e, İnebolu’dan Silifke’ye inebiliriz. “Sepetçioğlu” ile “Tekelioğlu” arasındaki mesafe o kadar da çok değil...

Hâlâ duruyor mu bilmem; eskiden Kastamonu’nun girişinde –Kastamonu sanki sınır şehirlerimizden biriymiş gibi,-yanılmıyorsam Halil Rifat Paşa’ya ait bir söz vardı: “Gitmediğin yer senin değildir”. İnsanın, şehrin son yirmi otuz yıldaki durumuna bakarak bu sözü bir buyruk gibi algılayan Kastamonulu’nun bahtını Türkiye’nin dört bir tarafında ve Almanya başta olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerinde aramaya çıkmıştır diyeceği geliyor. Gerçekten de, Kastamonu bir zamanlar yoğun göç veren şehirlerimizin başında geldiği için o sözün bende bıraktığı etki, belki de bu yüzden anlama içerili “git” emrinde gizli. Başka şehirlerimizin girişlerinde de şehrine göre başka sözlerin yer aldığını çok gezen bir kimse olmamama karşın, örneğin Kütahya’dan da biliyorum. (Evet, ben de tetkik ettim, Evliya Çelebi Kütahyalı’dır!) Çanakkale’de ise, Necmettin Halil Onan’ın şehrin karşı kıyısındaki Eceabat sırtlarına taş ve kireçle yazılmış dizeleri karşılar: “Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın/Bu toprak, bir devrin battığı yerdir/Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın/Bir vatan kalbinin attığı yerdir”.

“ÇANAKKALE İÇİNDE VURDULAR BENİ”

Kütahya’yı aradan çıkarırsak, biri “git” derken diğeri “dur” diyen iki söz ve iki şehir arasında çok yoğun bir başka bağlantıdan da söz edebiliriz. Geçen yüzyılın dillere destan direnişlerinden birini yaratan Çanakkale’deki bu direnişi anlatan en yaygın, belki de neredeyse tek türkü, “Çanakkale türküsü” olarak da bilinen “Çanakkale içinde vurdular beni” adlı bu “hecetaşı” -ağıt, varsağı, sagu, yakarı, ilahi, requiem ya da siz ne derseniz deyin,- sanıldığının aksine, Kastamonu menşe’lidir. (Muzaffer Sarısözen’in Kastamonulu İhsan Ozanoğlu’dan derlediği türkünün şu bölüğü ise pek az bilinmektedir: “Çanakkale üstünü duman bürüdü/Onüçüncü fırka harbe yürüdü”. “Çanakkale içinde bir dolu testi/Analar babalar mektubu kesti” dizelerini ise Sivastopol türküsünden de hatırlıyoruz. Ancak benzer sözleri kullanan, Kastamonu’ya ait ayrı bir Sivastopol türküsü de yine İhsan Ozanoğlu’dan derlenmiş olarak TRT repertuvarında bulunmaktadır. İhsan Ozanoğlu’dan derlenen savaş temalı bir başka türkü de sözlerinden Balkan Savaşı konulu olduğu anlaşılan “Asger gatar gatar olmuş gidiyor” türküsüdür. Salt bu üç türküden, Kastamonu’nun, son dönemlerinde Osmanlı’nın asker yataklarından biri olduğu sonucu da çıkar. TRT repertuvarında İhsan Ozanoğlu’dan alınan çeşitli temalarda birçok türkü bulunmaktadır. Yörenin birçok türküsünün bize ulaştırılmasında emekleri bulunan kaynak kişilerden Aşık Mümin Meydani, Sarı Recep ve Yorgansız Hakkı’yı da anmadan geçmek istemem.)





“SEPETÇİOĞLU” İLE “TEKELİOĞLU” ARASINDAKİ MESAFE

Yemen türkülerinin Muş-Erzurum kaynaklı bulunmasının rastlantı olmaması gibi Çanakkale direnişini anlatan bu türkünün de Kastamonu’da yakılmış bulunması rastlantı olmasa gerek. Çünkü Kastamonu yöresi, kendi başına alındığında da ayrıca tam bir türkü yatağı durumunda. Ağıtlardan zeybeklere, kına türkülerinden gelin-kaynana türkülerine, iş türkülerinden taşlamalara, hapisane türkülerinden aşk ve sevda türkülerine oldukça geniş bir çerçeveden söz edilebilir. Bu çerçeveyi sağlayan şeyin, yörenin çoğrafik ve tarihsel arka planını oluşturan bugünkü Ankara ve Çankırı’nın tarihsel olarak Bozok ile bütünleşen varlığının olduğu söylenebilir. Bir de buna ayrıca üç “bolu”nun –polis/kent- daha buluşma noktası durumundaki dördüncü “bolu” Kastamonu’nun yüzlerce yıllık bir kent olması ve yöresel olarak yüzlerce yıllık bir kent kültürüne sahip olması eklenebilir. Kastamonu tarih boyunca yapılan bütün o Pontus-Osmanlı vurguya rağmen hep Oğuz -ve Türkmen- olmuş ve kalmıştır. “Tiridine bandım” olarak da bilinen “Aşağıdan gelir Türkmen koyunu”, “Derelerde guşburnu”, “Yelpik koşması”, “Topal koşma”, “Şu Çırdak’tan öğlen geçtim” gibi müzik ve tavır kadar söz bakımından da güçlü türküleri ancak Kastamonu yöresinin yüzlerce yıllık Oğuz kültürü yaratabilirdi. Bağlamanın aynı perdelerine basarak kıyı yoluyla Marmara ve Ege’den geçerek Karadeniz’den Akdeniz’e, İnebolu’dan Silifke’ye inebiliriz. Aynı yolu karadan da izleyebiliriz. “Sepetçioğlu” ile “Tekelioğlu” arasındaki mesafe o kadar da çok değil. Şu da var ayrıca; en güzel hapisane türkülerimizden “Mapusane çeşmesi yandan akıyor” türküsünün Kastamonu kökenli olması da rastlantı olmasa gerek. “Mapusane içinde yanıyor gazlar” ise yine çok yakın bir yöreden, Bartın’dan.

HER BİRİ BİRER TOPAK ZEHİR

Ama ben asıl, her biri birer topak zehirden başka bir şey olmayan Kastamonu’nun aşk, sevda ve ayrılık türkülerinden söz etmek istiyordum; Kastamonu denilince nedense hemen hepimizi gülümseten Kastamonuspor’a ilişkin saçmasapan fıkraların tersine, taa İsfendiyar zamanından beri süzüle süzüle geldiği aşikâr olan o kâm, o ince makam, o telkâri fincan zevkinden… “Gır çeşmeden sular içtim ganmadım”, “Çifte çıkar martinimin dumanı”, “Daş harmanın mazısı”, “Aç kapıyı ben geldim”, “Evlerine varamadım arımdan”, “Yeşil ipek bükene”, “Bir giderim beş ardıma bakarım-Amani”… Hangisini dinleseniz -her biri birer bıçak gibi derin izler bırakarak tam kalbinize saplanacaktır,- günlerce gecelerce bıkmadan dinlersiniz...
Bir de, dinledikçe çiçekleri katmer katmer açan bir zehir: “Kız bahçende gül var mı”.
Ama onu da başka bir zamana…

(Şubat 2008, Aydınlık.

2 Ocak 2011 Pazar

Nağmenin kadehi

...Tanpınar Erzurum’u anlatırken konu türkülere geldiğinde sadece yöreye ve yakın çevreye ait Yemen ve gurbet türküleri üzerinde durmaz. Bütün bir Erzurum musikisine, bu musikinin bütün türlerine, bu türlerin her birinin içinden, hatta Hacı Hâfız Hamid ile Hâfız Faruk gibi en önemli temsilcilerinin yorumları üzerinden bakacak kadar da vâkıf olarak eğilir, hatta terazi tutar...



Erzurum’da bütün anlatı Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şehre ikinci gelişinin ağırlığı altındadır ama, anlatıdaki bu marazi ağırlığı ilave bir mısra gibi fazlasıyla dengeleyen bir ziyade de yok değildir. Şehre ilk geldiği sıralardaki çocukluk günlerine ait masalsı izlenimlerin büyülü hatırası arka planda kendini çoğalta çoğalta yürürken, yayla türküleri büyükanneannesininYunus’tan, Kerem’den okuduğu dizelere, Bingöl çobanlarının kavallarından yayılan nağmeler kervanların çan seslerine, sarı yıldız mavi yıldıza, Kervankıran Çobanyıldızı’na karışacaktır. Buradan baktığı Erzurum’u çocukluğunun gözleriyle “dört Cihan Harbi yılının ve İstiklâl Savaşı’nın üstünden aşarak” ikinci kez geldiği sıradaki duygularıyla görecektir. Çocukluk izlenimlerinin etkisi altında olduğu besbelli genç bir edebiyat öğretmeni olduğunu anladığımız Ahmet Hamdi, kaç savaşın yarasını sarmaya çalışan Erzurum’un hayatına, 1924 yılında, bu kez tam ters istikametten ve yağmurlu bir günde işgal, savaş, yeniden işgal yeniden savaş ve mütareke yıllarından kalan “bitmez tükenmez” şehir mezarlığının arasından geçerek ve buna türküleri de tanık gösterecek kadar karışacaktır.

ÜÇ AYRI ZAMANA AİT TEK BİR ERZURUM İMGESİ

Anlatının en geniş bölümü burasıdır. Gündelik yaşantıdan tarihe, şehrin belli başlı simalarından mimari eserlerine, çarşı-pazar yaşantısından ruhi yaşantıya Türkiye’ye 1945 metreden bakan üç ayrı zamana ait tek bir Erzurum imgesi.
Üç ayrı zamanın iç içe geçmiş anlatımında Erzurum türkülerinin yeri ise bir şiirdeki veznin, bir müzik eserindeki ritimin yerini tutmaktadır. Anlatı hızlanır ve yavaşlar, bazen kendisini dalgaların akıntısına bırakmış bir tekne gibi salınır, bazen bir kuş gibi süzülür, bir dağ gibi yükselir ya da bir uçurum gibi keskinleşir. Sonra da iki dağın arasından birden bire bir ok gibi fırlayan yemyeşil bir ova… Sonra bu hava da dağılır ve her şeyi, uçsuz bucaksız bu ovayı boydan boya geçerek seyreden bir ekspresin şimdiki zamanı kaplar.
Tanpınar’ın Erzurum’a İkinci Dünya savaşı yıllarındaki son gidişidir bu.

BEŞ ŞEHİR’İN YARIM YÜZYILDIR GÖRDÜĞÜ ŞEY

Klasik müziğimize olan derin bilgisini “Mahur Beste” ve “Huzur” gibi yapıtlarından da bildiğimiz Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Beş Şehir”deki “Erzurum” anlatısı, türkülere bakışı, onları yorumlayış ve kavrayışı yönünden halk müziği araştırmacılarımızın ilgisini çekecek özelliklere sahiptir. Kitabın birinci basımının 1946’da yapıldığını, Muzaffer Sarısözen’in Halil Bedii Yönetken ve Rıza Yetişen ile aşağı yukarı aynı tarihlerde -1943'ten 1952'ye kadar- Tokat, Amasya, Samsun, Ordu, Giresun, Trabzon, Elazığ, Tunceli, Bingöl, Muş, Ankara, Çankırı, Yozgat ve Kırşehir başta gelmek üzere Türkiye’nin dört bir tarafında derleme çalışmaları yürüttüklerini unutmazsak, bu demektir ki “Beş Şehir”deki Erzurum, bugün bile birçok araştırmacının göremediği pek çok şeyi yarım yüzyıldan fazla bir zamandan beri görebilmektedir. Araştırmacılarımızın bu eseri görebildikleri ise kuşkuludur.

“BÜYÜLÜ BİR AYNA GİBİ”

Tanpınar Erzurum’u anlatırken konu türkülere geldiğinde sadece yöreye ve yakın çevreye ait Yemen ve gurbet türküleri üzerinde durmaz. Bütün bir Erzurum musikisine, bu musikinin bütün türlerine, bu türlerin her birinin içinden ve Hacı Hâfız Hamid ile Hâfız Faruk (Kaleli) gibi en önemli temsilcilerinin yorumları üzerinden bakacak kadar da vâkıf olarak eğilir, hatta terazi tutar. Hatta kısacık sosyolojik çözümlemeler de yapar:
“Erzurum’da kaldığım müddetçe mahallî diyebileceğimiz musikiyi şahsî bir macera gibi yaşamıştım. Fakat ancak yıllardan sonra onunla yeniden karşılaşınca, taşıdığı ızdırap yükünü anlayabildim.
“Bu türkülerle şarkıların hepsinin Erzurum’un kendi malı olduğu iddia edilemez. Bazıları Erzurum’da doğmuşlardır. Bir kısmında Azerbaycan ile, Kafkasya ile sıkı münasebetin doğurduğu tuhaf bir çeşni, bütün melez şeylerdeki o marazi hislilik vardır. Birtakım hoyratlar, mayalar bütün Bingöl havalisinin malıdır; Bingöl çobanlarının koyun otlatırken çaldıkları kaval nağmelerinden izler taşırlar. (…) Bir kısmı, biraz sonra bahsedeceğim Yemen Türküsü gibi, Harput ağzıdır. Bazısı İstanbul’da çıkmış, kervan yoluyla Zigana’yı, Kop’u; yahut da Samsun, Sivas, Erzincan yoluyla Sansa’yı geçerek uğradığı yerlerden bir yığın hususilik alarak Erzurum’a gelmiştir. Kiminin bestesi yerli sözü başka yerlerdendir. Kiminde dışardan gelen beste, makamın biraz daha üstüne basmak yahut kararını değiştirmek suretiyle yerlileşmiş, bu dağların, bu yaylanın malı olmuştur. Fakat hepsi birden bize büyülü bir ayna gibi Erzurum’u, gurbeti verirler. Bunlar içinde yayla türküsünü başta sayabiliriz:
Yaz gelende çıkam yayla başına
Kurban olam toprağına taşına
Zalim felek ağu kattı aşıma
Ağam nerden aşar yolu yaylanın”. (Beş Şehir, MEB Yayınları, sf. 53-54).
Tanpınar bu türkünün o zamanlar Erzurum’dan başka Sivas’ta Suşehri’nde de bilinip söylendiğini vurgulamaktadır. Nitekim Zaralı Halil’in söylediği “Göç göç oldu göçler yola düzüldi” sözleriyle başlayan bir başka sözü, müziği benzer türkü, TRT repertuvarında 554 numarayla kayıtlı bulunmaktadır. O tarihlerde yaygın olarak söylendiği anlaşılan “Yandı canım tende ey ruhi revanım bir su ver” sözleriyle başlayan Erzurumlu şair Kâmi’ye ait Hacı Hâfız Hamid’in tatyan bestesi ise, 1961’de Nida Tüfekçi tarafından Hulusi Seven’den derlenen eser olsa gerek. Bu tatyanın ezgisi pek az değişik olan bir başka türevi ise, sözleri Alvarlı Mehmet Lütfü Efendi’ye ait olan “Dün gece yar hanesinde yastığım bir taş idi” diye başlayan tatyan eserdir. Tanpınar, “Billûr Piyale”, “Sarı Gelin”, “Yıldız Türküsü-Kervankıran” gibi bugün hemen tümü de TRT repertuvarında bulunan Erzurum ve havalisine ait daha birçok halk ezgisinden de söz etmektedir. Üstelik bir de bunların pek çoğuna geçerken şöylece değiniyormuş gibi yapması var ki, bu da Erzurum anlatısını benzersizleştiren şeylerden biri.
“Çünkü nağmenin kadehi, kendisine boşaltılanı sonuna kadar saklıyor”.

(Şubat 2008, Aydınlık).