19 Nisan 2012 Perşembe

Ahmet Rasim ve gözetim altında muharrir olmak…

...İstibdat sona ereli yüz yıl olmasına karşın Ahmet Rasim’in bir yazar olarak yaşadıklarının sanki bugün yaşanıyormuş gibi zihnimizde taptaze canlanması, anlattıklarının bize çok bildik ve tanıdık gelmesi yanında, yazarın kıvrak, alaycı ama hoşgörülü ve sevecen, kara mizahla yüklü olmasına karşın kırıp dökmeyen o kendine özgü, Türkçenin balını tattıra tattıra gelişen üslubundan...


Ayaklarını bir leğen dolusu suya sokmadan başlayamayanlar… Yatağa girip başına bir buz torbası oturtmadan kendilerine gelemeyenler… Birkaç saat kestirmeden, bir bardak su, bir kadeh içki içmeden, bir lokma bir şey yemeden, her günkü alışkın olduğu yer ve zamanı, kağıt ve kalemi, daktilo veya bilgisayar olmadan tek sözcük yazamayanlar…
Yazarların nasıl yazdıkları öteden beri merak edilen, zaman zaman dergilerin soruşturma yaptıkları konulardan biridir. Anılar, inceleme yazıları, konuyu enine boyuna ele alan tezler, kitaplar var. Bunlardan biri de Ahmet Köklügiller’in “IQ Kültür Sanat Yayıncılık”tan çıkan “Nasıl Yazıyorlar” adlı kitabı. Kitap, ortalama okurun merak edeceği soruların cevaplarını verme amacı dışında öğretmenler ve öğrenciler için de bir kaynak durumunda. Yazarlar yazmaya nasıl hazırlanıyorlar, nasıl, hangi ruhsal ve fiziksel ortamda yazıyorlar, yazmak için günün belirli bir saatini mi seçiyorlar? Konuyu nasıl buluyorlar? Yazarken duydukları dinsel, siyasal bir endişe var mı; kendilerini özgür hissederek mi yazıyorlar? Okuru düşündükleri oluyor mu gibi soruların yanıtları aranarak hazırlanan kitap Türkiye’den 150’yi aşkın şair ve yazarın hangi ortamda ve nasıl yazdıklarına yer vermiş.

ŞİİRLERİNİ TIRNAKLARININ ÜSTÜNE YAZAN ŞAİR

Yakup Kadri, bir sayfada aynı kelimenin iki defa tekrarlanmasına razı olamayıp gece uykusundan uyanır, onu siler, yerine başkasını yazarmış örneğin. Uzun yıllar bir çalışma masasına sahip olamayan Haldun Taner, vapurda, dolmuşta, yürürken, ayakta veya evdeyse ya ütü masasında ya da yemek masasında yazarmış. Aziz Nesin, odanın kapısını, penceresini sımsıkı kapatanlardanmış. Cahit Sıtkı ise, nasıl yazdığını bilmeyenlerden… Yemek yerken veya yolda giderken ansızın bir dizenin gelivermesiyle dünyası birdenbire aydınlanırmış şairin.
Kendisi değişik saatlerde, değişik durumlarda, yavaş ilerleyerek, sıkıntısını yaşayarak, yanlışıyla doğrusuyla artık ortaya bir şey çıkmalı sabırsızlığıyla esinin bir birikim olduğunu söylemişse de; Cemal Süreya, Behçet Necatigil’in daha çok nereye yazdığını araştırmıştır “Behçet Necatigil Şiirlerini Nereye Yazardı” başlıklı şiirde. Şairin şiirlerini “bir şey çıkmamış biletlerin arkasına”, “İlaç kutularının üstüne”, “kâğıt peçetelere”, “plastikten oyuncakların üstüne” yazmış olduğu kanısındadır Cemal Süreya.
Cemal Süreya’nın ustaya küçük bir çalışma odası istediği şiirin son kısmı şöyle:
“Koca Barbaros’a karşın
Beşiktaş biraz odur artık,
Küçük bir oda versinler
Kehribar yüzü öylece kalsın

- Nereye mi yazardı dizelerini
Tırnaklarının üstüne yazardı”

MÜSTEAR ADLA YAYIMLANAN DERGİ

Benzer bir soruşturmaya verilen bir yanıt da taa 86 yıl önceden: “Sayın Yazar Hanım,
İstekli olarak çalıştığım, yazı yazdığım zamanlar beş altı saatlik deliksiz denilen uykulardan sonradır. Uyandığım zaman gece olmalıdır. Güneş doğmuşsa hemen tembellik basar. Arada öğleden sonra da çalışır, yazarım. Ama her halde sabaha bir iki saat kala çalıştığımın, yazdığımın tadını, zevkini öğleden sonraki çalışmalarımda bulamam.” (Anılar ve Söyleşiler, Çağdaş Yayınları, 1983, sf. 13).
“Sevimli Ay” dergisinin “Muharrir ve ediplerimiz nasıl yazarlar” başlıklı soruşturmasına verdiği yanıtlara Ahmet Rasim, bu sözlerle başlıyor. Hitaptaki “Sayın Yazar Hanım”, Sabiha Sertel’den başkası değil. “Sevimli Ay” ise, basın yayın ve edebiyat tarihimizde önemli bir yeri olan, yayınını bir süre de böyle sürdürmesi zorunluluğu ortaya çıkmış bulunan “Resimli Ay” dergisinin, denilebilirse, “müstear” adlarından biri. Bugün de pek çok örneğini görüp yaşadığımız, doğrudan ya da dolaylı yollardan gelen hükümet baskısıyla yayınından alıkonulan dergi ve gazetelerin ne ilki ne de sonuncusu “Resimli Ay”. 1 Şubat 1924’te yayın hayatına başlayan derginin hedefi de, bu türlü baskıları mukadder kılacak nitelikte zaten o zamanlar. Sorumlu müdür Zekeriya Sertel’in hedeflediği şey son derece mutevazı oysa:Okuyucuların okuma ihtiyaçlarının doyurmak ve memleketimizde gerçek bir halk dergisi kurmak!
Tevazu tersinden alınınca, daha yayınının başında Cevat Şakir’in “Asker Kaçakları Nasıl Asılır?” başlıklı yazısı Zekeriya Sertel’in de yazarla birlikte İstiklal Mahkemesi’nce 3 yıl Sinop’ta kalebentliğe mahkûm edilmesine neden olur. Yönetimini Sabiha Sertel’in üstleneceği dergi, bundan sonraki yayınını, önce “Sevimli Ay” daha sonra da “Resimli Perşembe” adlarıyla sürdürecektir.

NÂZIM HİKMET VE PUTLARI YIKMA KAMPANYASI

“Resimli Ay”ın 1924-28 ile 1928-30 yıllarını kapsayan iki dönemi var. İlk dönemdeki kadrosunda Ahmet Rasim, Mehmet Rauf, Yakup Kadri, Reşat Nuri, Yusuf Ziya Ortaç, Hakkı Sûha, Ercüment Ekrem Talu, Hıfzı Tevfik, Sadri Ertem, Ahmet Nuri, Selim Sırrı Tarcan, Mahmut Yesari, İbn-ül Refik gibi yazarları toplayan “Resimli Ay”, dergi yayıncılığına biçim ve içerikte de yenilik getirecektir.
İkinci döneminde toplumcu-gerçekçi bir çizgiye yönelen dergi, kadrosunu Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Suat Derviş, Vâlâ Nureddin gibi yazarlarla birlikte ilerici ve sosyalist görüşlere açar. Derginin bu dönemdeki en önemli yayını, “Putları Yıkıyoruz” kampanyasıdır. “Resimli Ay”ın, kısa zamanda sol yazarların toplandığı bir dergi haline gelmesi ve polis tarafından izlenmesi, derginin Zekeriya Sertel dışındaki ortaklarını tedirgin eder. Bu ortaklar, Nâzım Hikmet başta olmak üzere ilerici-sosyalist yazarların kadrodan çıkarılmasını isterlerse de Sertel’ler buna karşı dururlar. Bu da derginin sonu olur.

HAFİYELERİN GÖZETİMİ ALTINDA YAZMAK

Ahmet Rasim’in, “Sevimli Ay”ın “nasıl yazıyorlar” soruşturmasına verdiği yanıt, derginin Haziran 1926 tarihli 4. sayısında yayımlanmıştır. “Resimli Ay”ın birinci döneminin sürekli yazarlarından olan Ahmet Rasim’in ölümünün 50. yılı için Nuri Erten’in hazırladığı, ancak 51. yılında yayımlanabilen “Anılar ve Söyleşiler”de yer alan yazıların büyük çoğunluğu “Resimli Ay”, “Sevimli Ay” ve “Resimli Perşembe”de yayımlanan yazılardan oluşmaktadır.
Ahmet Rasim’in kitapta yer alan, Abdülhamit döneminde yazarlık yüzünden neler çektiğini anlattığı, Vedat Günyol’un deyişiyle “birbirini bütünleyen on dört nefis yazı”sının her biri yazarın soruşturmaya verdiği yanıtların açılımı olarak da algılanabilir. Nitekim on dört yazının, yanıtın hemen ardından sıralanması da bu görüşü doğrular nitelikte. “Yazarlık Yüzünden Neler Çektim/Ekmekçi de Veresiye Vermeyeceğini Söyledi”, “Eşim Doğurmak Üzereydi, Cebimde On Para Yoktu”, “İlk Tutuklanmamdı, Ama Tutukevinde Kimse Yoktu”, “Avrupa’dan Para Alıyorum Diye Nasıl Jurnal Edilmiş, Sonra Nasıl Kurtulmuştum?”, “Evim Basılarak Cephane Araması Yapılmıştı”, “İki İmparator arasında Aç Susuz”, “Muhabirliğe mi Geldik, Dilenciliğe mi” başlıklı, konusunu hemen daha başlığında veren yazılar, yazarın Abdülhamit’in “gölge hafiye”lerinin sürekli gözetim ve denetimi altında nasıl yazı yazıldığını gösteren birer tanığı durumunda.

GERÇEĞİN DİLE GETİRİLMESİNİN BEDELİ

İstibdat sona ereli yüz yıl olmasına karşın Ahmet Rasim’in bir yazar olarak yaşadıklarının sanki bugün yaşanıyormuş gibi zihnimizde taptaze canlanması, anlattıklarının bize çok bildik ve tanıdık gelmesi yanında yazarın kıvrak, alaycı ama hoşgörülü ve sevecen, kara mizahla yüklü olmasına karşın kırıp dökmeyen o kendine özgü, Türkçenin balını tattıra tattıra gelişen üslubundan. Gazetecilikte başına gelenleri –bir tarihte hovardalıkta baskına uğramasını bile- başkasının başından geçmiş gibi anlatması, “her gerçek güzeldir” diyen Ahmet Rasim’i bugün de güncel ve okunur kılan özelliklerin başında geliyor. Her gerçek güzeldir ancak, gerçeğin dile getirilmesinin de bir bedeli vardır. Bu bedel de çoğu kez işsizlik, yoksulluk, açlık ya da hapislikle ödenir.
“Nasıl yazıyorlar” türünden soruşturmalarda biçimsel şeyler değil ilgi çekici, özgün ve önemli olan; yazarın içinde var olduğu –bireysel, toplumsal, siyasal, ekonomik ve kültürel- bütünlüklü yaratıcı ortam elbette. Bu bir “fildişi kule” de konforlu ve geniş bir çalışma masası da olabilir, yoksul bir evde bir dikiş makinesinin üstü de, bir hapishane hücresinde karton kutulardan yapılma dizüstü tahtası da. Bir sarayda gecekondudaki gibi yazılmaz. Ne yaşıyorsa onu yazar insan, nasıl yaşıyorsa öyle yazar. Zaman akar, her şey geçer, yazı kalır sonuçta.
Son sözü Ahmet Rasim söylesin o halde:
“Bence, istediğim gibi yazılmış bir makalenin, bir kitap bölümünün verdiği hazzı anlatacak hiçbir deyim yoktur. Sıkıntı ve üzüntümü bile bunların karşısında unuttuğum pek çoktur”.

15 Mart 2012 Perşembe

Bir anlatı şöleni: “Allahın Adamı”

Pir Sultan Abdal, Aşık Veysel, Muzaffer Sarısözen, Ahmet Tuna, Ahmet Ayık, Selahattin Erorhan Sivas deyince aklımıza ilk gelen topluma mal olmuş isimler… Her biri Sivas’ı bir yönünden anlatır. Ya da her birinde Sivas’ın bir parçası bulunur. Bütün şehirlerimizin, kasabalarımızın hatta köylerimizin bile, böyle, o yeri kendinde veren isimleri vardır.
Bir de topluma mal olmuş olmasına karşın bilinmeyen, kıyıda köşede kalmış, unutulmuş kimseler var. İsimsizdirler ve birer isimsiz ve sessiz efsane olarak var olmuş, yaşamış, dolaşmışlardır aramızda.
İşte Sivas’ın da, kaç Sivaslı'ya sorsanız bilmez ama, böyle bir efsanesi var! Hem de bir roman halinde yazıya, kitaba geçirilmiş olarak…
Emin Ünal, Haldun Çubukçu’nun son romanı “Allahın Adamı”nın sözünü ettiğim sessiz ve isimsiz efsane kişisi.


ÖTELERE TAŞAN ŞAİR

“Haldun Çubukçu’yu bir sürü paçavranın tarihi roman diye ortalıkta gezdiği yıllarda yazdığı, bu yüzden de kimilerine anlaşılması zor gelen ‘Yıldızsayan’ adlı romanından tanıyoruz. Ne var ki, uzun süredir bu alanda ürün vermese de Haldun Çubukçu, ‘Yıldızsayan’dan çok daha ötelere taşan bir şair aynı zamanda.”
Haldun Çubukçu’nun Ezel Akay ile ortak imzalı romanı “Yargu” hakkında bunları yazmışım, 2008’de “Aydınlık Dergi”de.
Burada buna eklenecek şunlar var şimdi:
“Yargu” Ergenekon tertibinin tam üstüne geldi. Türkiye’nin içinde bulunduğu bugünkü hukuksuzluğu, 750 yıl öncenin olaylarıyla gözler önüne seren bir işlev de üstlendi.

KÜFRÜN ROMAN SAYILDIĞI BİR ÇAĞDA

Yine o yazıda “Yargu” için, “gerçek ve hayâl, ölüm ve yaşam, hukuk ve adalet üzerine son zamanlarda yazılmış en iyi roman bence” demişim. Şimdi bu sözümü, aradan geçen yıllardan sonra romana bir kez daha dönerek geri alıyorum! Hayır, sadece son zamanlarda değil, sinemacı deyimiyle “bütün zamanlar”da gerçek ve hayâl, ölüm ve yaşam, hukuk ve adalet üzerine yazılmış en iyi Türk romanı. Yargu, salt ölüm ve yaşam üzerine söyledikleriyle değil, bundan daha da önemlisi hukuk ve adalet üzerine söyledikleriyle yıllarca hatırlanacak bir roman. Moğol işgali altındaki Anadolu’da bir Türkmen oymağının Moğollarca “Koko Depder”e -Cengiz Yasaları- göre ölümle yargılanmasını anlatan romanın, şimdiye kadar en az birkaç baskı yapması gerektiği halde yıllardır ilk baskıda kalarak internette “nadir kitap” kategorisinde ikinci ele düşmesini, açıkçası okurun edebiyata ihanetinden başka bir yere koyamıyorum ben. Niteleme belki biraz dik ve sert oldu ama, yazarının erkek kılığında çektirdiği fotoğrafın kapak yapıldığı türden içi de, dışı da boş “küfür romanları”nın yok sattığı, ilerici ve devrimci olan ne varsa ona küfretmenin sanat ve edebiyat sayıldığı bir çağda ne yazık ki gerçek budur.


ANLATI ŞÖLENİ Mİ ARIYORSUN EY OKUR!

Korkum, yazarın son romanı “Allahın Adamı”nın başına da aynı şeyin gelmesiydi ki, kitabın piyasaya çıktığı günden beri gördüğümüz sessizlik bunu gösteriyor.
Roman hakkındaki yargımı baştan vermiş gibi oldum ama devamını getirmeden duramayacağım; Haldun Çubukçu’nun ince ince işleyerek ustaca kurguladığı “Allahın Adamı” değme romancının kıskançlıkla okuyacağı bir anlatı şöleni. Haldun Çubukçu üç yolun, üç nehrin, üç kültürün kaynaştığı toprakların diliyle yazıyor. Çubukçu’nun kaleminde birbirine karışmış üç dil dağlara, spora ve periyodik cetvele aşık Emin Ünal’ın yaşam öyküsünde menevişleniyor. “Allahın Adamı” biyografik bir roman değil sadece, topografik bir roman aynı zamanda.

SÖZÜN ESASI…

Evet, “Allahın Adamı”, İnsan ruhunun dağlarını, ovalarını, vadilerini, yamaçlarını, uçurumlarını kahramanının ağzından anlatan bir roman. Yazar, tüm kitap boyunca zaman zaman kısa cümlelerle araya giriyor ve bize sadece kameranın -bizim- bulunacağımız yeri gösteriyor ya da bulunduğumuz yeri değiştiriyor. Böylece biz, bulunduğumuz yerden, yazarın elimize verdiği bu birkaç cümleden izliyoruz Emin’in konuşurken yapıp ettiklerini. Anlatırken hep hareket halinde bulunan, sofra kuran, annesinin kahvaltısını hazırlayan, ilaçlarını veren Emin hep evin içinde, annesinin yatağının bulunduğu odada. Sadece anlattıklarındaki olaylar sırasında dış mekanlardadır. Bütün roman, bu odanın içinde başlayıp bitiyor. Emin’in çocukluğunun geçtiği, hayatının çeşitli dönemlerinde ayrılıp geri döndüğü bu ev ve bu oda, sinematografik bir yapısı bulunan romanın tek mekanı durumunda.

FARKLI ÇAĞRIŞIMLARA AÇIK ANLATIM

Her şeyin Tek mekanda anlatılması, sinemada olduğu gibi romanda da hayli zor bir iştir. Bu açıdan ve anlatı-yoğun yapısından dolayı sahneye konulmaya da uygun bir özellik taşıyan “Allahın Adamı”nda Haldun Çubukçu birçok zoru bir arada ve başarıyla gerçekleştiriyor. Bunlardan biri de anlatıda rastladığımız, zaman zaman yoğunlaşan röportaj havasıdır.
Emin, romandaki bu havaya karşın, bir yandan da, kendilerini görmemekle birlikte, ki söze hiç karışmamaktalar, orada olduklarını düşündüğümüz konuklara hitab eden bir anlatıcı durumundadır. Yazarın farklı çağrışımlara açık anlatımından, gerçekte odada kimsenin, annenin bile olmadığı sonucuna varabiliriz. Bu da Emin’in hayatında olduğu gibi romanda da birçok katman, birçok ara yüz bulunduğu anlamına gelir.
Emin’in topografisi ile, romanın topografisi birbirini dengelemekte ve birbirine bağlı ve paralel bir biçimde gelişmektedir.


YÖRESEL AĞIZIN DORUKLARI

Hayatının tüm evrelerini, içinde yaşadığı çelişkileri, hatalarını, pişmanlıklarını, ideolojisini, delicesine bir tutkuyla bağlı olduğu şeyleri; önce alkol, sonra atletizm, periyodik cetvel ile doğa; dağlar, nehirler, göller ve bunların yükseklikleri, uzunlukları, büyükleri; annesiyle, kardeşleriyle, eşi ve çocuklarıyla, giderek tüm toplumla yaşadığı ve yaşayacağı sorunları biz, araya başka hiçbir anlatıcının girmediği roman da hep Emin’in ağzından, onun kurduğu cümlelerle, onun sözcükleri üzerinden öğreniriz. Haldun Çubukçu’nun Sivas ağzı kullandığı romanda biz, yöresel nice sözcük ve söyleyişlerin kaybolduğu günümüzde, bunların gündelik hayatta “cümle içinde” nasıl kullanıldıklarının bir uygulamasını da buluruz. Romanlarında yöre ve dönem ağızlarını ustaca kullanan Çubukçu (Bkz. Yıldızsayan, Yargu), bu başarısını “Allahın Adamı”nda bir kez daha ortaya koyuyor. Emin’in yöresel ağzın doruklarını yoklayan uçsuz bucaksız anlatımında yazar, geniş bir de sözlükçe oluşturuyor aslında. Bu sözlükçe ve bu Sivas ağzı anlatım olmadan Emin de, Emin’in hayatının ve ruhunun yükseklikleri ve derinlikleri, uçurumları ve düzlükleri anlatılamazdı zaten.

“ALLAHIN ADAMI”NIN HATIRLATTIĞI ASIL ŞEY

Yazarın Emin’i seçmesi onu ve onun çevresini iyi biliyor olmasından çok, Emin’in anlatılmaya değer, hatta anlatılması gerekli, bilinmeyen sessiz bir efsane oluşundan. Kırkına kadar delicesine bir tutkuyla -alkoliklik derecesinde- bağlı olduğu içkiyi bir anda bırakıp spora, atletizme başlayan Emin Ünal, alkolde olduğu gibi atletizmde de başarılar kazanacak, o yaşta katıldığı birçok ulusal yarışmada dereceler elde edecektir. Bir çok kez katılıp başarılar kazandığı Hürriyet gazetesinin düzenlediği “Dedeler Koşusu”nda birinci olur. Sadece kendi çalışmasına borçlu olduğu bu birincilikte, dünya rekorunu da kılpayı kaçıran Emin’de atletizm tutkusu ona bütün hayatını her şeyini, hatta bir oğlunu verecek kadar güçlüdür.
Bütün bunlara ve daha pek çok şeye rağmen bir “deli”dir Emin. Çalıştığı devlet dairesine içkili gelecek denli gece gündüz sarhoş gezmek nasıl delilikse, tövbe istiğfar edip atletizme başlamak da o denli deliliktir toplumun gözünde. Nitekim, akrabaları, yakın çevresi, Sivas’taki mahalle komşuları, hatta birlikte yaşadığı, bakımını üstüne aldığı annesi dahil herkes deli gözüyle bakmaktadır Emin’e. Olacağına ihtimal vermediğimiz, yapılabileceğine inanmadığımız, başarılabileceğini düşünmediğimiz şeyleri yapmaya kalkışanlara da “deli” gözüyle bakmaz mıyız hep?
Peki ama, “deli”ler değil midir bilimin, sanatın, tarihin ve toplumun gidişini değiştirenler de!
Haldun Çubukçu, “Allahın Adamı” Emin ile işte asıl bunu hatırlatıyor bize.

16 Ocak 2012 Pazartesi

Necati Cumalı ve gözü pek yüreği pek adamlar

“Sağlığında yüzüne gülenler
Sofrasında ekmeğini yiyenler
Uykusunda pusu kurdular
Zülfikâr Beyi vurdular

Zülfikâr Beyi vuran Uçanalı İsmail
Cellat olmasına cellat, çingene değil

Zülfikâr Bey mertti yiğitti
Fakir ağlatmadı, mazlum ezmedi
Hile nedir, kuşku nedir bilmezdi
Korkusuz uyudu, korkusuz gezdi

Var git İsmail var git, namert kişisin
Hem sen düşün, hem de sana yol gösteren düşünsün”

İÇİMİZDE SIRADAĞLAR GİBİ YATAN OLAYLAR

Necati Cumalı’nın, daha ilk okuyuşumuzda bizi yüreğimizden yakalayan bu şiiri, epeyce uzun. Halk şiirimizden esinler taşıyan “Uçanalı Zülfikâr Beye Ağıt” adlı bu şiir, Necati Cumalı’nın, bir kısmını “Makedonya 1900”de ele aldığı, bir kısmını sonradan “Viran Dağlar”da işleyeceği yüz yıldır içimizde sıradağlar gibi yatmakta olan olaylardan birini anlatır. Zülfikâr Bey, babasının dayısının oğludur. Bu, başta Makedonya olmak üzere bütün bir Balkanlar’ın kaybediliş öyküsüdür. Salt kaybediliş mi, binlerce insanın yersiz yurtsuz kalışlarının, basılmış köylerin, yakılıp yıkılmış evlerin, kurşuna dizilmiş, göç yollarında açlıktan, salgın hastalıklardan kırılmış kadınların, çocukların, yaşlıların, bütün bir Rumelililerin öyküleridir. Bu türden öyküler, bugünkü Türkiye nüfusunu oluşturan insanların hayli önemli bir kısmının, çok değil iki-üç kuşak evvelinin gerçekliğidir.

NECATİ CUMALI’YA GELİNCEYE KADAR…

Hep düşünmüşümdür, neden Necati Cumalı denilince aklımıza hep bu Makedonya öyküleri gelir; “Susuz Yaz” gibi filme çekilmiş, Türkiye’ye uluslararası alanda ilk sinema ödülünü kazandırmış bir öykü, “Tütün Zamanı/Zeliş”, “Yağmurlar ve Topraklar” ile “Acı Tütün”gibi çok önemli üç roman ile onlarca şiir ve tiyatro oyunu dururken?
En başta, bu öykülerin bir ülkenin, bir halkın yıkılış-yokoluş öyküleri olmasından elbette. Ancak bunun kadar önemli bir başka neden daha var ki, o da, bu öyküleri en iyi, en gerçekçi ve en etkileyici bir biçimde Necati Cumalı’nın anlatmış olması. Necati Cumalı’ya gelinceye kadar her bir yanı ateşler içindeki Rumeli toprakları, Makedonya, onca öykü ve romana karşın neredeyse hiç yazılmamış gibidir. Oysa, anne ve babasından dinlediği bu öykülerin içinde büyüyen Necati Cumalı, ailesiyle Türkiye’ye geldiklerinde henüz bir yaşındadır.
1921’de Makedonya’da Florina’da doğan, İzmir-Urla’da büyüyen, Ankara’da hukuk öğrenimi gören Necati Cumalı, Tütün emekçilerinin yaşamını ele aldığı roman üçlemesi “Tütün Zamanı/Zeliş”, “Yağmurlar ve Topraklar” ile “Acı Tütün”de Urla ve çevresini de gerçekçi bir bakışla ve yetkin bir dille anlattı, pek çok öykü, tiyatro oyunu ve şiir yazdı elbet ama, “Makedonya 1900” ile “Viran Dağlar” Necati Cumalı’nın yapıtlarının özü, esası, ruhu oldu hep.

GÖZÜ PEK, YÜREĞİ ADAMLAR

Necati Cumalı, “Makedonya 1900” ile “Viran Dağlar”da yanıp yıkılıp giden topraklara, parçalanan bir ülkeye, o ülkenin insanlarına yukarda bir kısmını aktardığım şiirdeki gibi başta yumuşak, sonra giderek içli, canhıraş bir ağıt yazdı. İçinde yaşadığı ülkenin ve insanlarının geleceklerine ilişkin duyduğu kaygıları da işledi bu ağıtta. Örneğine artık pek az rastlanan bir yurtseverlik, insanseverlik, cumhuriyetseverliktir bu.
En genç çağında şiirden ve veremden ölen şairinden, hayattaki en yaşlısına dek Cumhuriyet’in birinci kuşağına mensup sanatçı ve aydının ortak tutumudur bu. Tümü de en ağır baskılarına, zulüm ve işkencesine uğramalarına, en ağır eleştiriler getirmelerine karşın yaşamları boyunca Türkiye’ye ve cumhuriyete kanat germiş, Necati Cumalı’nın şiirin devamında söylediği gibi Uçana dağlarına yakışan gözü pek, yüreği pek Zülfikâr Bey gibi adamlardır. 10 Ocak 2001’de yitirdiğimiz Necati Cumalı da onlardan biriydi işte.

“Varmayın üstüme yeter, beni söyletmeyin
Ben bilirim dost kim, düşman kim
Bilirim kim sinsi adımlarla peşimizde gezer de
Göz göze gelince başını eğer

Nolaydın Zülfikâr Bey nolaydın
İsmaile güvenmeyip teslim olaydın

Bu dağlar Uçana dağlarıdır
Manastır'dan Florina'ya kadar uzanır
Uçana dağlarında akan sular, uçan kuşlar
Zülfikâr Bey diye ağlaşır
Gayri İsmail netse neylese
İçine korku düşmüştür, yüzü karadır
Uçana dağlarına gözü pek, yüreği pek
Zülfikâr Bey gibi adam yaraşır”.