15 Mart 2012 Perşembe

Bir anlatı şöleni: “Allahın Adamı”

Pir Sultan Abdal, Aşık Veysel, Muzaffer Sarısözen, Ahmet Tuna, Ahmet Ayık, Selahattin Erorhan Sivas deyince aklımıza ilk gelen topluma mal olmuş isimler… Her biri Sivas’ı bir yönünden anlatır. Ya da her birinde Sivas’ın bir parçası bulunur. Bütün şehirlerimizin, kasabalarımızın hatta köylerimizin bile, böyle, o yeri kendinde veren isimleri vardır.
Bir de topluma mal olmuş olmasına karşın bilinmeyen, kıyıda köşede kalmış, unutulmuş kimseler var. İsimsizdirler ve birer isimsiz ve sessiz efsane olarak var olmuş, yaşamış, dolaşmışlardır aramızda.
İşte Sivas’ın da, kaç Sivaslı'ya sorsanız bilmez ama, böyle bir efsanesi var! Hem de bir roman halinde yazıya, kitaba geçirilmiş olarak…
Emin Ünal, Haldun Çubukçu’nun son romanı “Allahın Adamı”nın sözünü ettiğim sessiz ve isimsiz efsane kişisi.


ÖTELERE TAŞAN ŞAİR

“Haldun Çubukçu’yu bir sürü paçavranın tarihi roman diye ortalıkta gezdiği yıllarda yazdığı, bu yüzden de kimilerine anlaşılması zor gelen ‘Yıldızsayan’ adlı romanından tanıyoruz. Ne var ki, uzun süredir bu alanda ürün vermese de Haldun Çubukçu, ‘Yıldızsayan’dan çok daha ötelere taşan bir şair aynı zamanda.”
Haldun Çubukçu’nun Ezel Akay ile ortak imzalı romanı “Yargu” hakkında bunları yazmışım, 2008’de “Aydınlık Dergi”de.
Burada buna eklenecek şunlar var şimdi:
“Yargu” Ergenekon tertibinin tam üstüne geldi. Türkiye’nin içinde bulunduğu bugünkü hukuksuzluğu, 750 yıl öncenin olaylarıyla gözler önüne seren bir işlev de üstlendi.

KÜFRÜN ROMAN SAYILDIĞI BİR ÇAĞDA

Yine o yazıda “Yargu” için, “gerçek ve hayâl, ölüm ve yaşam, hukuk ve adalet üzerine son zamanlarda yazılmış en iyi roman bence” demişim. Şimdi bu sözümü, aradan geçen yıllardan sonra romana bir kez daha dönerek geri alıyorum! Hayır, sadece son zamanlarda değil, sinemacı deyimiyle “bütün zamanlar”da gerçek ve hayâl, ölüm ve yaşam, hukuk ve adalet üzerine yazılmış en iyi Türk romanı. Yargu, salt ölüm ve yaşam üzerine söyledikleriyle değil, bundan daha da önemlisi hukuk ve adalet üzerine söyledikleriyle yıllarca hatırlanacak bir roman. Moğol işgali altındaki Anadolu’da bir Türkmen oymağının Moğollarca “Koko Depder”e -Cengiz Yasaları- göre ölümle yargılanmasını anlatan romanın, şimdiye kadar en az birkaç baskı yapması gerektiği halde yıllardır ilk baskıda kalarak internette “nadir kitap” kategorisinde ikinci ele düşmesini, açıkçası okurun edebiyata ihanetinden başka bir yere koyamıyorum ben. Niteleme belki biraz dik ve sert oldu ama, yazarının erkek kılığında çektirdiği fotoğrafın kapak yapıldığı türden içi de, dışı da boş “küfür romanları”nın yok sattığı, ilerici ve devrimci olan ne varsa ona küfretmenin sanat ve edebiyat sayıldığı bir çağda ne yazık ki gerçek budur.


ANLATI ŞÖLENİ Mİ ARIYORSUN EY OKUR!

Korkum, yazarın son romanı “Allahın Adamı”nın başına da aynı şeyin gelmesiydi ki, kitabın piyasaya çıktığı günden beri gördüğümüz sessizlik bunu gösteriyor.
Roman hakkındaki yargımı baştan vermiş gibi oldum ama devamını getirmeden duramayacağım; Haldun Çubukçu’nun ince ince işleyerek ustaca kurguladığı “Allahın Adamı” değme romancının kıskançlıkla okuyacağı bir anlatı şöleni. Haldun Çubukçu üç yolun, üç nehrin, üç kültürün kaynaştığı toprakların diliyle yazıyor. Çubukçu’nun kaleminde birbirine karışmış üç dil dağlara, spora ve periyodik cetvele aşık Emin Ünal’ın yaşam öyküsünde menevişleniyor. “Allahın Adamı” biyografik bir roman değil sadece, topografik bir roman aynı zamanda.

SÖZÜN ESASI…

Evet, “Allahın Adamı”, İnsan ruhunun dağlarını, ovalarını, vadilerini, yamaçlarını, uçurumlarını kahramanının ağzından anlatan bir roman. Yazar, tüm kitap boyunca zaman zaman kısa cümlelerle araya giriyor ve bize sadece kameranın -bizim- bulunacağımız yeri gösteriyor ya da bulunduğumuz yeri değiştiriyor. Böylece biz, bulunduğumuz yerden, yazarın elimize verdiği bu birkaç cümleden izliyoruz Emin’in konuşurken yapıp ettiklerini. Anlatırken hep hareket halinde bulunan, sofra kuran, annesinin kahvaltısını hazırlayan, ilaçlarını veren Emin hep evin içinde, annesinin yatağının bulunduğu odada. Sadece anlattıklarındaki olaylar sırasında dış mekanlardadır. Bütün roman, bu odanın içinde başlayıp bitiyor. Emin’in çocukluğunun geçtiği, hayatının çeşitli dönemlerinde ayrılıp geri döndüğü bu ev ve bu oda, sinematografik bir yapısı bulunan romanın tek mekanı durumunda.

FARKLI ÇAĞRIŞIMLARA AÇIK ANLATIM

Her şeyin Tek mekanda anlatılması, sinemada olduğu gibi romanda da hayli zor bir iştir. Bu açıdan ve anlatı-yoğun yapısından dolayı sahneye konulmaya da uygun bir özellik taşıyan “Allahın Adamı”nda Haldun Çubukçu birçok zoru bir arada ve başarıyla gerçekleştiriyor. Bunlardan biri de anlatıda rastladığımız, zaman zaman yoğunlaşan röportaj havasıdır.
Emin, romandaki bu havaya karşın, bir yandan da, kendilerini görmemekle birlikte, ki söze hiç karışmamaktalar, orada olduklarını düşündüğümüz konuklara hitab eden bir anlatıcı durumundadır. Yazarın farklı çağrışımlara açık anlatımından, gerçekte odada kimsenin, annenin bile olmadığı sonucuna varabiliriz. Bu da Emin’in hayatında olduğu gibi romanda da birçok katman, birçok ara yüz bulunduğu anlamına gelir.
Emin’in topografisi ile, romanın topografisi birbirini dengelemekte ve birbirine bağlı ve paralel bir biçimde gelişmektedir.


YÖRESEL AĞIZIN DORUKLARI

Hayatının tüm evrelerini, içinde yaşadığı çelişkileri, hatalarını, pişmanlıklarını, ideolojisini, delicesine bir tutkuyla bağlı olduğu şeyleri; önce alkol, sonra atletizm, periyodik cetvel ile doğa; dağlar, nehirler, göller ve bunların yükseklikleri, uzunlukları, büyükleri; annesiyle, kardeşleriyle, eşi ve çocuklarıyla, giderek tüm toplumla yaşadığı ve yaşayacağı sorunları biz, araya başka hiçbir anlatıcının girmediği roman da hep Emin’in ağzından, onun kurduğu cümlelerle, onun sözcükleri üzerinden öğreniriz. Haldun Çubukçu’nun Sivas ağzı kullandığı romanda biz, yöresel nice sözcük ve söyleyişlerin kaybolduğu günümüzde, bunların gündelik hayatta “cümle içinde” nasıl kullanıldıklarının bir uygulamasını da buluruz. Romanlarında yöre ve dönem ağızlarını ustaca kullanan Çubukçu (Bkz. Yıldızsayan, Yargu), bu başarısını “Allahın Adamı”nda bir kez daha ortaya koyuyor. Emin’in yöresel ağzın doruklarını yoklayan uçsuz bucaksız anlatımında yazar, geniş bir de sözlükçe oluşturuyor aslında. Bu sözlükçe ve bu Sivas ağzı anlatım olmadan Emin de, Emin’in hayatının ve ruhunun yükseklikleri ve derinlikleri, uçurumları ve düzlükleri anlatılamazdı zaten.

“ALLAHIN ADAMI”NIN HATIRLATTIĞI ASIL ŞEY

Yazarın Emin’i seçmesi onu ve onun çevresini iyi biliyor olmasından çok, Emin’in anlatılmaya değer, hatta anlatılması gerekli, bilinmeyen sessiz bir efsane oluşundan. Kırkına kadar delicesine bir tutkuyla -alkoliklik derecesinde- bağlı olduğu içkiyi bir anda bırakıp spora, atletizme başlayan Emin Ünal, alkolde olduğu gibi atletizmde de başarılar kazanacak, o yaşta katıldığı birçok ulusal yarışmada dereceler elde edecektir. Bir çok kez katılıp başarılar kazandığı Hürriyet gazetesinin düzenlediği “Dedeler Koşusu”nda birinci olur. Sadece kendi çalışmasına borçlu olduğu bu birincilikte, dünya rekorunu da kılpayı kaçıran Emin’de atletizm tutkusu ona bütün hayatını her şeyini, hatta bir oğlunu verecek kadar güçlüdür.
Bütün bunlara ve daha pek çok şeye rağmen bir “deli”dir Emin. Çalıştığı devlet dairesine içkili gelecek denli gece gündüz sarhoş gezmek nasıl delilikse, tövbe istiğfar edip atletizme başlamak da o denli deliliktir toplumun gözünde. Nitekim, akrabaları, yakın çevresi, Sivas’taki mahalle komşuları, hatta birlikte yaşadığı, bakımını üstüne aldığı annesi dahil herkes deli gözüyle bakmaktadır Emin’e. Olacağına ihtimal vermediğimiz, yapılabileceğine inanmadığımız, başarılabileceğini düşünmediğimiz şeyleri yapmaya kalkışanlara da “deli” gözüyle bakmaz mıyız hep?
Peki ama, “deli”ler değil midir bilimin, sanatın, tarihin ve toplumun gidişini değiştirenler de!
Haldun Çubukçu, “Allahın Adamı” Emin ile işte asıl bunu hatırlatıyor bize.