19 Nisan 2012 Perşembe

Ahmet Rasim ve gözetim altında muharrir olmak…

...İstibdat sona ereli yüz yıl olmasına karşın Ahmet Rasim’in bir yazar olarak yaşadıklarının sanki bugün yaşanıyormuş gibi zihnimizde taptaze canlanması, anlattıklarının bize çok bildik ve tanıdık gelmesi yanında, yazarın kıvrak, alaycı ama hoşgörülü ve sevecen, kara mizahla yüklü olmasına karşın kırıp dökmeyen o kendine özgü, Türkçenin balını tattıra tattıra gelişen üslubundan...


Ayaklarını bir leğen dolusu suya sokmadan başlayamayanlar… Yatağa girip başına bir buz torbası oturtmadan kendilerine gelemeyenler… Birkaç saat kestirmeden, bir bardak su, bir kadeh içki içmeden, bir lokma bir şey yemeden, her günkü alışkın olduğu yer ve zamanı, kağıt ve kalemi, daktilo veya bilgisayar olmadan tek sözcük yazamayanlar…
Yazarların nasıl yazdıkları öteden beri merak edilen, zaman zaman dergilerin soruşturma yaptıkları konulardan biridir. Anılar, inceleme yazıları, konuyu enine boyuna ele alan tezler, kitaplar var. Bunlardan biri de Ahmet Köklügiller’in “IQ Kültür Sanat Yayıncılık”tan çıkan “Nasıl Yazıyorlar” adlı kitabı. Kitap, ortalama okurun merak edeceği soruların cevaplarını verme amacı dışında öğretmenler ve öğrenciler için de bir kaynak durumunda. Yazarlar yazmaya nasıl hazırlanıyorlar, nasıl, hangi ruhsal ve fiziksel ortamda yazıyorlar, yazmak için günün belirli bir saatini mi seçiyorlar? Konuyu nasıl buluyorlar? Yazarken duydukları dinsel, siyasal bir endişe var mı; kendilerini özgür hissederek mi yazıyorlar? Okuru düşündükleri oluyor mu gibi soruların yanıtları aranarak hazırlanan kitap Türkiye’den 150’yi aşkın şair ve yazarın hangi ortamda ve nasıl yazdıklarına yer vermiş.

ŞİİRLERİNİ TIRNAKLARININ ÜSTÜNE YAZAN ŞAİR

Yakup Kadri, bir sayfada aynı kelimenin iki defa tekrarlanmasına razı olamayıp gece uykusundan uyanır, onu siler, yerine başkasını yazarmış örneğin. Uzun yıllar bir çalışma masasına sahip olamayan Haldun Taner, vapurda, dolmuşta, yürürken, ayakta veya evdeyse ya ütü masasında ya da yemek masasında yazarmış. Aziz Nesin, odanın kapısını, penceresini sımsıkı kapatanlardanmış. Cahit Sıtkı ise, nasıl yazdığını bilmeyenlerden… Yemek yerken veya yolda giderken ansızın bir dizenin gelivermesiyle dünyası birdenbire aydınlanırmış şairin.
Kendisi değişik saatlerde, değişik durumlarda, yavaş ilerleyerek, sıkıntısını yaşayarak, yanlışıyla doğrusuyla artık ortaya bir şey çıkmalı sabırsızlığıyla esinin bir birikim olduğunu söylemişse de; Cemal Süreya, Behçet Necatigil’in daha çok nereye yazdığını araştırmıştır “Behçet Necatigil Şiirlerini Nereye Yazardı” başlıklı şiirde. Şairin şiirlerini “bir şey çıkmamış biletlerin arkasına”, “İlaç kutularının üstüne”, “kâğıt peçetelere”, “plastikten oyuncakların üstüne” yazmış olduğu kanısındadır Cemal Süreya.
Cemal Süreya’nın ustaya küçük bir çalışma odası istediği şiirin son kısmı şöyle:
“Koca Barbaros’a karşın
Beşiktaş biraz odur artık,
Küçük bir oda versinler
Kehribar yüzü öylece kalsın

- Nereye mi yazardı dizelerini
Tırnaklarının üstüne yazardı”

MÜSTEAR ADLA YAYIMLANAN DERGİ

Benzer bir soruşturmaya verilen bir yanıt da taa 86 yıl önceden: “Sayın Yazar Hanım,
İstekli olarak çalıştığım, yazı yazdığım zamanlar beş altı saatlik deliksiz denilen uykulardan sonradır. Uyandığım zaman gece olmalıdır. Güneş doğmuşsa hemen tembellik basar. Arada öğleden sonra da çalışır, yazarım. Ama her halde sabaha bir iki saat kala çalıştığımın, yazdığımın tadını, zevkini öğleden sonraki çalışmalarımda bulamam.” (Anılar ve Söyleşiler, Çağdaş Yayınları, 1983, sf. 13).
“Sevimli Ay” dergisinin “Muharrir ve ediplerimiz nasıl yazarlar” başlıklı soruşturmasına verdiği yanıtlara Ahmet Rasim, bu sözlerle başlıyor. Hitaptaki “Sayın Yazar Hanım”, Sabiha Sertel’den başkası değil. “Sevimli Ay” ise, basın yayın ve edebiyat tarihimizde önemli bir yeri olan, yayınını bir süre de böyle sürdürmesi zorunluluğu ortaya çıkmış bulunan “Resimli Ay” dergisinin, denilebilirse, “müstear” adlarından biri. Bugün de pek çok örneğini görüp yaşadığımız, doğrudan ya da dolaylı yollardan gelen hükümet baskısıyla yayınından alıkonulan dergi ve gazetelerin ne ilki ne de sonuncusu “Resimli Ay”. 1 Şubat 1924’te yayın hayatına başlayan derginin hedefi de, bu türlü baskıları mukadder kılacak nitelikte zaten o zamanlar. Sorumlu müdür Zekeriya Sertel’in hedeflediği şey son derece mutevazı oysa:Okuyucuların okuma ihtiyaçlarının doyurmak ve memleketimizde gerçek bir halk dergisi kurmak!
Tevazu tersinden alınınca, daha yayınının başında Cevat Şakir’in “Asker Kaçakları Nasıl Asılır?” başlıklı yazısı Zekeriya Sertel’in de yazarla birlikte İstiklal Mahkemesi’nce 3 yıl Sinop’ta kalebentliğe mahkûm edilmesine neden olur. Yönetimini Sabiha Sertel’in üstleneceği dergi, bundan sonraki yayınını, önce “Sevimli Ay” daha sonra da “Resimli Perşembe” adlarıyla sürdürecektir.

NÂZIM HİKMET VE PUTLARI YIKMA KAMPANYASI

“Resimli Ay”ın 1924-28 ile 1928-30 yıllarını kapsayan iki dönemi var. İlk dönemdeki kadrosunda Ahmet Rasim, Mehmet Rauf, Yakup Kadri, Reşat Nuri, Yusuf Ziya Ortaç, Hakkı Sûha, Ercüment Ekrem Talu, Hıfzı Tevfik, Sadri Ertem, Ahmet Nuri, Selim Sırrı Tarcan, Mahmut Yesari, İbn-ül Refik gibi yazarları toplayan “Resimli Ay”, dergi yayıncılığına biçim ve içerikte de yenilik getirecektir.
İkinci döneminde toplumcu-gerçekçi bir çizgiye yönelen dergi, kadrosunu Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Suat Derviş, Vâlâ Nureddin gibi yazarlarla birlikte ilerici ve sosyalist görüşlere açar. Derginin bu dönemdeki en önemli yayını, “Putları Yıkıyoruz” kampanyasıdır. “Resimli Ay”ın, kısa zamanda sol yazarların toplandığı bir dergi haline gelmesi ve polis tarafından izlenmesi, derginin Zekeriya Sertel dışındaki ortaklarını tedirgin eder. Bu ortaklar, Nâzım Hikmet başta olmak üzere ilerici-sosyalist yazarların kadrodan çıkarılmasını isterlerse de Sertel’ler buna karşı dururlar. Bu da derginin sonu olur.

HAFİYELERİN GÖZETİMİ ALTINDA YAZMAK

Ahmet Rasim’in, “Sevimli Ay”ın “nasıl yazıyorlar” soruşturmasına verdiği yanıt, derginin Haziran 1926 tarihli 4. sayısında yayımlanmıştır. “Resimli Ay”ın birinci döneminin sürekli yazarlarından olan Ahmet Rasim’in ölümünün 50. yılı için Nuri Erten’in hazırladığı, ancak 51. yılında yayımlanabilen “Anılar ve Söyleşiler”de yer alan yazıların büyük çoğunluğu “Resimli Ay”, “Sevimli Ay” ve “Resimli Perşembe”de yayımlanan yazılardan oluşmaktadır.
Ahmet Rasim’in kitapta yer alan, Abdülhamit döneminde yazarlık yüzünden neler çektiğini anlattığı, Vedat Günyol’un deyişiyle “birbirini bütünleyen on dört nefis yazı”sının her biri yazarın soruşturmaya verdiği yanıtların açılımı olarak da algılanabilir. Nitekim on dört yazının, yanıtın hemen ardından sıralanması da bu görüşü doğrular nitelikte. “Yazarlık Yüzünden Neler Çektim/Ekmekçi de Veresiye Vermeyeceğini Söyledi”, “Eşim Doğurmak Üzereydi, Cebimde On Para Yoktu”, “İlk Tutuklanmamdı, Ama Tutukevinde Kimse Yoktu”, “Avrupa’dan Para Alıyorum Diye Nasıl Jurnal Edilmiş, Sonra Nasıl Kurtulmuştum?”, “Evim Basılarak Cephane Araması Yapılmıştı”, “İki İmparator arasında Aç Susuz”, “Muhabirliğe mi Geldik, Dilenciliğe mi” başlıklı, konusunu hemen daha başlığında veren yazılar, yazarın Abdülhamit’in “gölge hafiye”lerinin sürekli gözetim ve denetimi altında nasıl yazı yazıldığını gösteren birer tanığı durumunda.

GERÇEĞİN DİLE GETİRİLMESİNİN BEDELİ

İstibdat sona ereli yüz yıl olmasına karşın Ahmet Rasim’in bir yazar olarak yaşadıklarının sanki bugün yaşanıyormuş gibi zihnimizde taptaze canlanması, anlattıklarının bize çok bildik ve tanıdık gelmesi yanında yazarın kıvrak, alaycı ama hoşgörülü ve sevecen, kara mizahla yüklü olmasına karşın kırıp dökmeyen o kendine özgü, Türkçenin balını tattıra tattıra gelişen üslubundan. Gazetecilikte başına gelenleri –bir tarihte hovardalıkta baskına uğramasını bile- başkasının başından geçmiş gibi anlatması, “her gerçek güzeldir” diyen Ahmet Rasim’i bugün de güncel ve okunur kılan özelliklerin başında geliyor. Her gerçek güzeldir ancak, gerçeğin dile getirilmesinin de bir bedeli vardır. Bu bedel de çoğu kez işsizlik, yoksulluk, açlık ya da hapislikle ödenir.
“Nasıl yazıyorlar” türünden soruşturmalarda biçimsel şeyler değil ilgi çekici, özgün ve önemli olan; yazarın içinde var olduğu –bireysel, toplumsal, siyasal, ekonomik ve kültürel- bütünlüklü yaratıcı ortam elbette. Bu bir “fildişi kule” de konforlu ve geniş bir çalışma masası da olabilir, yoksul bir evde bir dikiş makinesinin üstü de, bir hapishane hücresinde karton kutulardan yapılma dizüstü tahtası da. Bir sarayda gecekondudaki gibi yazılmaz. Ne yaşıyorsa onu yazar insan, nasıl yaşıyorsa öyle yazar. Zaman akar, her şey geçer, yazı kalır sonuçta.
Son sözü Ahmet Rasim söylesin o halde:
“Bence, istediğim gibi yazılmış bir makalenin, bir kitap bölümünün verdiği hazzı anlatacak hiçbir deyim yoktur. Sıkıntı ve üzüntümü bile bunların karşısında unuttuğum pek çoktur”.

15 Mart 2012 Perşembe

Bir anlatı şöleni: “Allahın Adamı”

Pir Sultan Abdal, Aşık Veysel, Muzaffer Sarısözen, Ahmet Tuna, Ahmet Ayık, Selahattin Erorhan Sivas deyince aklımıza ilk gelen topluma mal olmuş isimler… Her biri Sivas’ı bir yönünden anlatır. Ya da her birinde Sivas’ın bir parçası bulunur. Bütün şehirlerimizin, kasabalarımızın hatta köylerimizin bile, böyle, o yeri kendinde veren isimleri vardır.
Bir de topluma mal olmuş olmasına karşın bilinmeyen, kıyıda köşede kalmış, unutulmuş kimseler var. İsimsizdirler ve birer isimsiz ve sessiz efsane olarak var olmuş, yaşamış, dolaşmışlardır aramızda.
İşte Sivas’ın da, kaç Sivaslı'ya sorsanız bilmez ama, böyle bir efsanesi var! Hem de bir roman halinde yazıya, kitaba geçirilmiş olarak…
Emin Ünal, Haldun Çubukçu’nun son romanı “Allahın Adamı”nın sözünü ettiğim sessiz ve isimsiz efsane kişisi.


ÖTELERE TAŞAN ŞAİR

“Haldun Çubukçu’yu bir sürü paçavranın tarihi roman diye ortalıkta gezdiği yıllarda yazdığı, bu yüzden de kimilerine anlaşılması zor gelen ‘Yıldızsayan’ adlı romanından tanıyoruz. Ne var ki, uzun süredir bu alanda ürün vermese de Haldun Çubukçu, ‘Yıldızsayan’dan çok daha ötelere taşan bir şair aynı zamanda.”
Haldun Çubukçu’nun Ezel Akay ile ortak imzalı romanı “Yargu” hakkında bunları yazmışım, 2008’de “Aydınlık Dergi”de.
Burada buna eklenecek şunlar var şimdi:
“Yargu” Ergenekon tertibinin tam üstüne geldi. Türkiye’nin içinde bulunduğu bugünkü hukuksuzluğu, 750 yıl öncenin olaylarıyla gözler önüne seren bir işlev de üstlendi.

KÜFRÜN ROMAN SAYILDIĞI BİR ÇAĞDA

Yine o yazıda “Yargu” için, “gerçek ve hayâl, ölüm ve yaşam, hukuk ve adalet üzerine son zamanlarda yazılmış en iyi roman bence” demişim. Şimdi bu sözümü, aradan geçen yıllardan sonra romana bir kez daha dönerek geri alıyorum! Hayır, sadece son zamanlarda değil, sinemacı deyimiyle “bütün zamanlar”da gerçek ve hayâl, ölüm ve yaşam, hukuk ve adalet üzerine yazılmış en iyi Türk romanı. Yargu, salt ölüm ve yaşam üzerine söyledikleriyle değil, bundan daha da önemlisi hukuk ve adalet üzerine söyledikleriyle yıllarca hatırlanacak bir roman. Moğol işgali altındaki Anadolu’da bir Türkmen oymağının Moğollarca “Koko Depder”e -Cengiz Yasaları- göre ölümle yargılanmasını anlatan romanın, şimdiye kadar en az birkaç baskı yapması gerektiği halde yıllardır ilk baskıda kalarak internette “nadir kitap” kategorisinde ikinci ele düşmesini, açıkçası okurun edebiyata ihanetinden başka bir yere koyamıyorum ben. Niteleme belki biraz dik ve sert oldu ama, yazarının erkek kılığında çektirdiği fotoğrafın kapak yapıldığı türden içi de, dışı da boş “küfür romanları”nın yok sattığı, ilerici ve devrimci olan ne varsa ona küfretmenin sanat ve edebiyat sayıldığı bir çağda ne yazık ki gerçek budur.


ANLATI ŞÖLENİ Mİ ARIYORSUN EY OKUR!

Korkum, yazarın son romanı “Allahın Adamı”nın başına da aynı şeyin gelmesiydi ki, kitabın piyasaya çıktığı günden beri gördüğümüz sessizlik bunu gösteriyor.
Roman hakkındaki yargımı baştan vermiş gibi oldum ama devamını getirmeden duramayacağım; Haldun Çubukçu’nun ince ince işleyerek ustaca kurguladığı “Allahın Adamı” değme romancının kıskançlıkla okuyacağı bir anlatı şöleni. Haldun Çubukçu üç yolun, üç nehrin, üç kültürün kaynaştığı toprakların diliyle yazıyor. Çubukçu’nun kaleminde birbirine karışmış üç dil dağlara, spora ve periyodik cetvele aşık Emin Ünal’ın yaşam öyküsünde menevişleniyor. “Allahın Adamı” biyografik bir roman değil sadece, topografik bir roman aynı zamanda.

SÖZÜN ESASI…

Evet, “Allahın Adamı”, İnsan ruhunun dağlarını, ovalarını, vadilerini, yamaçlarını, uçurumlarını kahramanının ağzından anlatan bir roman. Yazar, tüm kitap boyunca zaman zaman kısa cümlelerle araya giriyor ve bize sadece kameranın -bizim- bulunacağımız yeri gösteriyor ya da bulunduğumuz yeri değiştiriyor. Böylece biz, bulunduğumuz yerden, yazarın elimize verdiği bu birkaç cümleden izliyoruz Emin’in konuşurken yapıp ettiklerini. Anlatırken hep hareket halinde bulunan, sofra kuran, annesinin kahvaltısını hazırlayan, ilaçlarını veren Emin hep evin içinde, annesinin yatağının bulunduğu odada. Sadece anlattıklarındaki olaylar sırasında dış mekanlardadır. Bütün roman, bu odanın içinde başlayıp bitiyor. Emin’in çocukluğunun geçtiği, hayatının çeşitli dönemlerinde ayrılıp geri döndüğü bu ev ve bu oda, sinematografik bir yapısı bulunan romanın tek mekanı durumunda.

FARKLI ÇAĞRIŞIMLARA AÇIK ANLATIM

Her şeyin Tek mekanda anlatılması, sinemada olduğu gibi romanda da hayli zor bir iştir. Bu açıdan ve anlatı-yoğun yapısından dolayı sahneye konulmaya da uygun bir özellik taşıyan “Allahın Adamı”nda Haldun Çubukçu birçok zoru bir arada ve başarıyla gerçekleştiriyor. Bunlardan biri de anlatıda rastladığımız, zaman zaman yoğunlaşan röportaj havasıdır.
Emin, romandaki bu havaya karşın, bir yandan da, kendilerini görmemekle birlikte, ki söze hiç karışmamaktalar, orada olduklarını düşündüğümüz konuklara hitab eden bir anlatıcı durumundadır. Yazarın farklı çağrışımlara açık anlatımından, gerçekte odada kimsenin, annenin bile olmadığı sonucuna varabiliriz. Bu da Emin’in hayatında olduğu gibi romanda da birçok katman, birçok ara yüz bulunduğu anlamına gelir.
Emin’in topografisi ile, romanın topografisi birbirini dengelemekte ve birbirine bağlı ve paralel bir biçimde gelişmektedir.


YÖRESEL AĞIZIN DORUKLARI

Hayatının tüm evrelerini, içinde yaşadığı çelişkileri, hatalarını, pişmanlıklarını, ideolojisini, delicesine bir tutkuyla bağlı olduğu şeyleri; önce alkol, sonra atletizm, periyodik cetvel ile doğa; dağlar, nehirler, göller ve bunların yükseklikleri, uzunlukları, büyükleri; annesiyle, kardeşleriyle, eşi ve çocuklarıyla, giderek tüm toplumla yaşadığı ve yaşayacağı sorunları biz, araya başka hiçbir anlatıcının girmediği roman da hep Emin’in ağzından, onun kurduğu cümlelerle, onun sözcükleri üzerinden öğreniriz. Haldun Çubukçu’nun Sivas ağzı kullandığı romanda biz, yöresel nice sözcük ve söyleyişlerin kaybolduğu günümüzde, bunların gündelik hayatta “cümle içinde” nasıl kullanıldıklarının bir uygulamasını da buluruz. Romanlarında yöre ve dönem ağızlarını ustaca kullanan Çubukçu (Bkz. Yıldızsayan, Yargu), bu başarısını “Allahın Adamı”nda bir kez daha ortaya koyuyor. Emin’in yöresel ağzın doruklarını yoklayan uçsuz bucaksız anlatımında yazar, geniş bir de sözlükçe oluşturuyor aslında. Bu sözlükçe ve bu Sivas ağzı anlatım olmadan Emin de, Emin’in hayatının ve ruhunun yükseklikleri ve derinlikleri, uçurumları ve düzlükleri anlatılamazdı zaten.

“ALLAHIN ADAMI”NIN HATIRLATTIĞI ASIL ŞEY

Yazarın Emin’i seçmesi onu ve onun çevresini iyi biliyor olmasından çok, Emin’in anlatılmaya değer, hatta anlatılması gerekli, bilinmeyen sessiz bir efsane oluşundan. Kırkına kadar delicesine bir tutkuyla -alkoliklik derecesinde- bağlı olduğu içkiyi bir anda bırakıp spora, atletizme başlayan Emin Ünal, alkolde olduğu gibi atletizmde de başarılar kazanacak, o yaşta katıldığı birçok ulusal yarışmada dereceler elde edecektir. Bir çok kez katılıp başarılar kazandığı Hürriyet gazetesinin düzenlediği “Dedeler Koşusu”nda birinci olur. Sadece kendi çalışmasına borçlu olduğu bu birincilikte, dünya rekorunu da kılpayı kaçıran Emin’de atletizm tutkusu ona bütün hayatını her şeyini, hatta bir oğlunu verecek kadar güçlüdür.
Bütün bunlara ve daha pek çok şeye rağmen bir “deli”dir Emin. Çalıştığı devlet dairesine içkili gelecek denli gece gündüz sarhoş gezmek nasıl delilikse, tövbe istiğfar edip atletizme başlamak da o denli deliliktir toplumun gözünde. Nitekim, akrabaları, yakın çevresi, Sivas’taki mahalle komşuları, hatta birlikte yaşadığı, bakımını üstüne aldığı annesi dahil herkes deli gözüyle bakmaktadır Emin’e. Olacağına ihtimal vermediğimiz, yapılabileceğine inanmadığımız, başarılabileceğini düşünmediğimiz şeyleri yapmaya kalkışanlara da “deli” gözüyle bakmaz mıyız hep?
Peki ama, “deli”ler değil midir bilimin, sanatın, tarihin ve toplumun gidişini değiştirenler de!
Haldun Çubukçu, “Allahın Adamı” Emin ile işte asıl bunu hatırlatıyor bize.

16 Ocak 2012 Pazartesi

Necati Cumalı ve gözü pek yüreği pek adamlar

“Sağlığında yüzüne gülenler
Sofrasında ekmeğini yiyenler
Uykusunda pusu kurdular
Zülfikâr Beyi vurdular

Zülfikâr Beyi vuran Uçanalı İsmail
Cellat olmasına cellat, çingene değil

Zülfikâr Bey mertti yiğitti
Fakir ağlatmadı, mazlum ezmedi
Hile nedir, kuşku nedir bilmezdi
Korkusuz uyudu, korkusuz gezdi

Var git İsmail var git, namert kişisin
Hem sen düşün, hem de sana yol gösteren düşünsün”

İÇİMİZDE SIRADAĞLAR GİBİ YATAN OLAYLAR

Necati Cumalı’nın, daha ilk okuyuşumuzda bizi yüreğimizden yakalayan bu şiiri, epeyce uzun. Halk şiirimizden esinler taşıyan “Uçanalı Zülfikâr Beye Ağıt” adlı bu şiir, Necati Cumalı’nın, bir kısmını “Makedonya 1900”de ele aldığı, bir kısmını sonradan “Viran Dağlar”da işleyeceği yüz yıldır içimizde sıradağlar gibi yatmakta olan olaylardan birini anlatır. Zülfikâr Bey, babasının dayısının oğludur. Bu, başta Makedonya olmak üzere bütün bir Balkanlar’ın kaybediliş öyküsüdür. Salt kaybediliş mi, binlerce insanın yersiz yurtsuz kalışlarının, basılmış köylerin, yakılıp yıkılmış evlerin, kurşuna dizilmiş, göç yollarında açlıktan, salgın hastalıklardan kırılmış kadınların, çocukların, yaşlıların, bütün bir Rumelililerin öyküleridir. Bu türden öyküler, bugünkü Türkiye nüfusunu oluşturan insanların hayli önemli bir kısmının, çok değil iki-üç kuşak evvelinin gerçekliğidir.

NECATİ CUMALI’YA GELİNCEYE KADAR…

Hep düşünmüşümdür, neden Necati Cumalı denilince aklımıza hep bu Makedonya öyküleri gelir; “Susuz Yaz” gibi filme çekilmiş, Türkiye’ye uluslararası alanda ilk sinema ödülünü kazandırmış bir öykü, “Tütün Zamanı/Zeliş”, “Yağmurlar ve Topraklar” ile “Acı Tütün”gibi çok önemli üç roman ile onlarca şiir ve tiyatro oyunu dururken?
En başta, bu öykülerin bir ülkenin, bir halkın yıkılış-yokoluş öyküleri olmasından elbette. Ancak bunun kadar önemli bir başka neden daha var ki, o da, bu öyküleri en iyi, en gerçekçi ve en etkileyici bir biçimde Necati Cumalı’nın anlatmış olması. Necati Cumalı’ya gelinceye kadar her bir yanı ateşler içindeki Rumeli toprakları, Makedonya, onca öykü ve romana karşın neredeyse hiç yazılmamış gibidir. Oysa, anne ve babasından dinlediği bu öykülerin içinde büyüyen Necati Cumalı, ailesiyle Türkiye’ye geldiklerinde henüz bir yaşındadır.
1921’de Makedonya’da Florina’da doğan, İzmir-Urla’da büyüyen, Ankara’da hukuk öğrenimi gören Necati Cumalı, Tütün emekçilerinin yaşamını ele aldığı roman üçlemesi “Tütün Zamanı/Zeliş”, “Yağmurlar ve Topraklar” ile “Acı Tütün”de Urla ve çevresini de gerçekçi bir bakışla ve yetkin bir dille anlattı, pek çok öykü, tiyatro oyunu ve şiir yazdı elbet ama, “Makedonya 1900” ile “Viran Dağlar” Necati Cumalı’nın yapıtlarının özü, esası, ruhu oldu hep.

GÖZÜ PEK, YÜREĞİ ADAMLAR

Necati Cumalı, “Makedonya 1900” ile “Viran Dağlar”da yanıp yıkılıp giden topraklara, parçalanan bir ülkeye, o ülkenin insanlarına yukarda bir kısmını aktardığım şiirdeki gibi başta yumuşak, sonra giderek içli, canhıraş bir ağıt yazdı. İçinde yaşadığı ülkenin ve insanlarının geleceklerine ilişkin duyduğu kaygıları da işledi bu ağıtta. Örneğine artık pek az rastlanan bir yurtseverlik, insanseverlik, cumhuriyetseverliktir bu.
En genç çağında şiirden ve veremden ölen şairinden, hayattaki en yaşlısına dek Cumhuriyet’in birinci kuşağına mensup sanatçı ve aydının ortak tutumudur bu. Tümü de en ağır baskılarına, zulüm ve işkencesine uğramalarına, en ağır eleştiriler getirmelerine karşın yaşamları boyunca Türkiye’ye ve cumhuriyete kanat germiş, Necati Cumalı’nın şiirin devamında söylediği gibi Uçana dağlarına yakışan gözü pek, yüreği pek Zülfikâr Bey gibi adamlardır. 10 Ocak 2001’de yitirdiğimiz Necati Cumalı da onlardan biriydi işte.

“Varmayın üstüme yeter, beni söyletmeyin
Ben bilirim dost kim, düşman kim
Bilirim kim sinsi adımlarla peşimizde gezer de
Göz göze gelince başını eğer

Nolaydın Zülfikâr Bey nolaydın
İsmaile güvenmeyip teslim olaydın

Bu dağlar Uçana dağlarıdır
Manastır'dan Florina'ya kadar uzanır
Uçana dağlarında akan sular, uçan kuşlar
Zülfikâr Bey diye ağlaşır
Gayri İsmail netse neylese
İçine korku düşmüştür, yüzü karadır
Uçana dağlarına gözü pek, yüreği pek
Zülfikâr Bey gibi adam yaraşır”.

13 Ekim 2011 Perşembe

“Benim küçük kızçocuğu tanrım, mitos yitme n’olur!”

...
Yaz bitti.
İlk yağmurlarla birlikte hüznün gölgesi çöktü.
“Kuşlar toplanmış göçüyorlar
“Keşke yalnız bunun için sevseydim seni”...

***

Güz, hazan mevsimi, hüzün demek. Eski edebiyatımızın değişmez konularından biriydi “gülistan”a çöken “hazan”. Gül ile bülbül üstüne oluşturulmuş birkaç Farisi imgenin enva-i çeşit türeviydi, yana döne söylenen. Modern edebiyatımızda da, eski edebiyatımızdaki kadar yoğun olmasa da güz ve hüzün üzerine yazılmış pek çok şiir vardır.
Kuşaklar geçse, çağlar değişse de değişmeyen bir gerçeklik, doğanın kendini yenileme deviniminin zorunlu sonucu, diyelektik bir süreçtir bu. Bitkileri olmasa da –ki bunu henüz bilmiyoruz- hayvan ruhlarını da etkileyen bu sürecin doğadan insana, oradan edebiyat ve sanata geçmesi toplumsal yaşamın varlığı ile açıklanabilir ancak. Ve ancak insan, ilerleyen sonbaharın dökülen yapraklarından kendi haleti ruhiyesine ilişkin çıkarsamalar yapabilir.












GÜZ BİTİĞİ, GÜZÜN BİTİRDİĞİ



Yukardaki iki dize, Cemal Süreya’nın “Sevda Sözleri”ndeki “Yirmi Şiir”inin “İki Kalp” başlıklı ilk parçasından…
“Yirmi Şiir”in tamamına içerili hüzün, kitabın adının yanında asıl, şairin bu şiirleri yazdığı sırada yaşamının güzünde bulunuyor olmasından bana kalırsa. “Yirmi Şiir”, 1988’de ilk yayımlandığında kitabın adı “Güz Bitigi” idi. Cemal Süreya’nın bütün şiirleri “Sevda Sözleri” başlığı altında toplandığında, “Güz Bitigi” kitabın bölümlerinden birini oluşturdu. “Güz Bitigi”, şairin sağlığında yayımladığı son kitap olarak da ayrı bir önem taşımaktadır. Cemal Süreya, “betik” sözcüğünü eski Türkçedeki “bitig” söyleyişine çekerek “betik”-kitap/mektup anlamı dışında bir anlam daha katmıştır: “bitik”! Güzün bitirdiği, güz bitiği… (Eylemin köküne getirilen ık-ik eki, sözcüklere öğrenilen geçmiş zaman anlamı kazandırmaktadır. Yaygın olarak kullanılanları dışında bu ekle oluşan yapık, gidik, sevik, ölük, gülük, vb gibi birçok sözcük yöresel olarak kullanılmaktadır.)












“EN BÜYÜK SAYRILIK VE EN BÜYÜK SAĞLIK”



“Güz Bitigi”nde 1 Düzyazı, 20 şiir, 1 Şarkı, 12 Beyit, 16 Dize, 5 İşleyim yer almaktadır. “Siz Saatleri” başlıklı düzyazı, şairin göçüp gitmeden önce yazıp bıraktığı bir veda mektubu gibidir. Her şey açıklanabilirdir şaire göre. Bunu, “Açıklanamayan tek şey aşk: En büyük sayrılık ve en büyük sağlık”, sözünden çıkarıyoruz. Gerçek neydi, biliyor muyuz? Bilmiyoruz. Ama her şey:
“Yüzyıl sonra bugün yaşayan hiçbir anne, hiçbir sevgili, hiçbir bebek, hiçbir bıldırcın, hiçbir balina, hiçbir örümcek, hiçbir aslan, hiçbir ceylan, hiçbir yılan var olmayacak. Ayrı bir kardeşlik kanıtı değil mi bu? Hayat kanıtı. Birbirimizin her yönden çağdaşıyız.” (Sevda Sözleri, sf. 274).
Kitaptaki “20 Şiir”, “Güz Bitigi”nin asıl gövdesini oluşturmaktadır. 1 Şarkı, 12 Beyit, 16 Dize ise, 1 Düzyazı ile 20 Şiir’den arta kalan, gövdeden kopmuş küçük dallar, sararmış yapraklar gibi güz ortasındaki ağacı -bitig-tamamlayan parçalar gibi durmaktadır. Özellikle de 16 Dize’nin son iki dizesi:
“Benim küçük kızçocuğu tanrım!
“Mitos yitme n’olur!”

***

Mitos yitti, yaz bitti.
İlk yağmurlarla birlikte hüznün gölgesi çöktü.
“Günler ölüm haberleriyle geliyor”.
“Gazeteleri okumanın anlamı yok,
“Gözlerimizi kapasak da kanın rengi kırmızı”.

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür

...
“Kimseden ümid-i feyz etmem dilenmem perr ü bal
Kendi cevvim, kendi eflakimde kendim tairim
İnhina, tavk-ı esaretten girandır boynuma
Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim”
...
“Rübab-ı Şikeste”nin önsözündeki bu dörtlükten, hatta, dahası, bu dörtlüğün son dizesinden bütün ve tek bir Tevfik Fikret portresi çıkarmak mümkündür: “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür”...
Tüm yaşamındaki ve yaşamının olduğu gibi yansıdığı şiirlerindeki Fikret de, çağdaşları ve Servet-i Fünun dergisindeki yol arkadaşlarının hem fikir oldukları Fikret de budur: “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür”...


SANAT VE YURTSEVERLİK YOLUNUN BAŞI

“Edebiyat-ı Cedide”nin daha kuruluşundan itibaren içinde olan Halid Ziya Uşaklıgil’in “Kırk Yıl” adlı anılar kitabında yazdıkları ile “Sanata Dair” makaleler kitabındaki Tevfik Fikret portresi de bu doğrultuda:
“Onu ne tarafından tutmalı?” diyor Halid Ziya; “Şair sıfatiyle mi, sanatkâr sıfatiyle mi, adam sıfatiyle mi? Hele bu son sıfatında o kadar karışık mu’dil (çetin) idi ki, onun hakkında dostlarından, yakınlarından hiç biri tam bir isabetle hüküm verememişti; hatta kendisi bile… Yalnız bir hükme vardık; her şeyden ziyade, her sıfatından fazla bir adam, beşer için mümkün olan kemali şahsında toplayan bir insan enmuzeci (örneği) idi.” (Sanata Dair 3/Türk Şair ve Edipleri, İstanbul 1955, sf. 251).
Sonradan gazeteciliği ve siyaseti seçen Hüseyin Cahit Yalçın’a göre de Fikret’in güçlü, belirgin ve ezici bir kişiliği vardır. “Çok eski zamanlarda olsaydı belki adı bir peygamber diye art kuşaklara geçerdi” diyor Yalçın; “Daha sonraları gelseydi bir tarikat kurucusu olurdu. Ne var ki on dokuzuncu yüzyıl sonlarında Abdülhamit yönetiminin her soylu duyguyu susturan ve öldüren kıyıcılığı ve baskısı içinde Fikret, yalnızca sanat ve yurtseverlik yolunun başı oluyordu.” (Edebiyat Anıları, İstanbul, 1975, sf. 115).
İstibdat’ın koruyup kolladığı rakip dergi “Malumat”ın Sultan Hamid tarafından nişan verilip ödüllendirilmesi üzerine bir nişan da kendisi almak amacıyla başvurduğu için Fikret tarafından azarlanan “Servet-i Fünun”un sahibi Ahmet İhsan Tokgöz’ün nitelemesi ise tek kelime ile “melaike”dir:
“Bütün Edebiyat-ı Cedide Ailesi evlâtları onun, Tevfik Fikret’in şahsiyeti önünde kendimizi ufak görürdük; Fikret’i karşımıza çıkmış âdil bir hâkim gibi bulurduk; Tevfik Fikret’in ufak bir tenkidine, küçücük bir imasına uğramak istemezdik ve içimizden birisini vicdanıyla mahkûm eyleyiverir korkusu ile titrerdik.”(Ahmet İhsan Tokgöz, Matbuat Hatıralarım, Akt. Yalçın Küçük, Aydın Üzerine Tezler, Cilt 2, sf. 524-525).

NAMIK KEMAL’İN BIRAKTIĞI BOŞLUKTA

Fikret’in kuşağından olmayıp da çok daha sonra şiiri ve yaşamı hakkında yazanlar da benzer saptamalar yaparlar. Bunlardan, dikkate değer bir Tevfik Fikret portresi çizen A. Hamdi Tanpınar, “Edebiyat Üzerine Makaleler”de “Fikret benim için bir şairden ziyade bir kahramandır. Sanatı eski bulunabilir, ihmal edilebilir, okunur, okunmaz, fakat talihin kendisine nasip ettiği büyük rolü unutulamaz. Fikret, bir devrin manevi tarihine kendi karakterinin mührünü basabilmek için en müsait şartları bulmuştur.” demektedir. Fikret’in yapıtlarını vermeye başladığı zaman, mevcut edebiyat ortamının “adeta bomboş” olduğunu hatırlatan Tanpınar, şairin içine doğduğu bu koşulları da şu cümlelerle anlatmaktadır:
“Kendisinden evvel, yeniliği başaran neslin en kuvvetli şahsiyeti olan Namık Kemal ölmüş, yeri boş kalmış, Hâmid’le Recâizâde Ekrem asıl eserlerini vermişler, yapacaklarını yapmışlardı. Kendisi ile işe başlayan diğer Servet-i Fünûn şairlerine gelince, onlar, yeni bir eserin geniş bir tabaka tarafından anlaşılması ve benimsenilmesi için elzem olan ruh kuvvetinden ve büyük cazibeden mahrumdular. Ayrıca Fikret, mizaç, terbiye, muhit ititbariyle de tesadüfün kendisini seçmiş olduğu vazifeye müsait bir hilkatte idi. Küçük, fakat müreffeh bir memur ailesinin çocuğuydu, yani memlekette hükümdar nüfuzuna karşı aşağı yukarı otuz, kırk seneden beri aksülamel yapan ve yavaş yavaş sınıfsız bir cemiyette, biricik söz sahibi olmak istidadını gösteren bir tabakadandı. Galatasaray’da okumuştu. Garp iştiyakı vardı. Görülüyor ki, bütün şartlar onun lehinde idi. Fakat o da şartların bu lütfuna lâyık olmanın kudretini kendisinde buldu. Talihin kendisi için hazırladığı imkanları çabuk farketti, hatta mizacının zaaflarını bile ona göre terbiye etti. İnzivasını bir nevi peygamberane uzlet, çabuk darılıcı mizacına istiğna, hayat ve fiil alemindeki kabiliyetsizliğini yüksek bir mukavemet şekline soktu ve şiirinin bir zaman sadece melûl besteler çıkaran ferdi melankolisini tam lâzım olduğu bir zamanda cemiyetin ıztırap ve ümitlerine tercüman yaptı. Kısacası orta çapta bir küçük burjuva şairi iken, cemiyet için bir nevi ahlak ve medeniyet havarisi oldu.” (Edebiyat Üzerine Makaleler, sf. 260-261).

“ALNI AÇIK, BAŞI DİK FİKRET”

Tanpınar, ahlaklı ve dürüst olmanın ender bulunduğu bir devirde, Fikret’in hiçbir iş görülmediğini anladığı için terkettiği bir memuriyetin birikmiş maaşlarını kendisine götürdüklerinde tereddütsüz iade etmesini nadir rastlanan bir meziyet olarak değerlendirmektedir. Bu küçük hareketi çok büyük bir yere oturtan Tanpınar saptamalarını şöyle sürüdürüyor:
“Bu küçük hareket, belki çok dürüst bir ahlâkın samimi bir tezahürüydü. Belki çok kuvvetli bir ihtirasın sakınınlması imkânsız bir aksülâmeliydi. Yani bir nevi tezahürdü, hatta belki de Fikret, bunu tamamiyle farkında olarak, hesaplayarak yapmıştı. Fakat ne olursa olsun, o zamanki cemiyet için lâzım olan bir jest, ücreti sâyin hakkı değil, bir nevi âtıfet telakki edenlere verilmiş bir dersti. Ve başkaları, içlerinde kendisinden daha yaşlı, daha şöhretliler de olduğu halde, hatta bütün bir cemiyet aksini yaparken yalnız Tevfik Fikret, genç ve isimsiz bir şair, bir jesti yapabiliyor ve bir idare ve zihniyeti en karakteristik meselesinde utandırıyordu. Fikret bütün hayatında bu jestin adamı olarak kalmış ve kendi kendisini tekzip etmemiştir.” (A.g.e. sf. 261).
Türk aydınları üzerine beş ciltlik bir inceleme yayımlayan Prof. Dr. Yalçın Küçük de oldukça kapsamlı bir bölüm ayırdığı Fikret için benzer saptamalar yapmakta, o da Fikret’in yaşamı ve şiiriyle bir bütün olan kişiliği ve ahlâki tutumunu öne çıkarmaktadır.
“Alıngan, küsen, duygulu, zaman zaman umutsuz fakat geleceğe hep güvenen, akılcı, Tanrısız, ‘fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim’ diyebilen, alnı açık, başı dik Fikret, Türk insan ve Türk aydını için önemli bir dönüm noktasıdır. Abdülhamit’ten sonra doğdu; Abdülhamit’ten önce öldü. Dünyası Abdülhamit’in dünyası oldu. Türkiye’de İdareyy-i Hamidiye’de Fikret çıktı.” (Yalçın Küçük, Aydın Üzerine Tezler Cilt 2, sf. 387).

“HANİ BENİM YURTSEVER KANIMLA KİRLENECEK TEMİZ BİR TAŞ?”

Fikret’in kendisi de benzer yargıları doğrulamamıza yarayacak veriler sağlamaktadır. 1899’da Süleyman Nazif’e yazdığı mektupta “Koca bir alem içinde yalnızım, Nazif!” diye yakınmaktadır. Söz ilerledikçe yakınma canhıraş bir çığlığa dönüşür:
“En yakın arkadaşlarımın arasında, sokağa çıplak çıkmış bir adam duygusuyle titriyorum; herkesin vicdanı kapalı, örtülü; yalnız ben çıplak! Herkes hiç olmazsa üniformalarla –ne diyeyim- mayasını örtüyor; herkes zamanın alçaklık süslerine bürünebiliyor; herkes namuslu geçinerek alçak yaşamanın kolayını buluyor; herkes bu rezalet havasında nefes alabilmek için bir kolaylığa, bir çareye, bir büyüye sahip…
İşte kalem namusu, basın namusu, edebiyat namusu… O da öldü, o da çiğnendi. Gazetesinde bir jurnal sureti basamayanlar artık gazeteci sayılmıyor. Sonra içimizde o edepsizleri kötülüklerinin üstün gelmesinden dolayı kutlamağa koşacak, ‘Bir gazâ ettin ki hoşnud eyledin Peygamberi’ alkışlarıyle onların bu danışıklı dövüşlerini, namussuzluğun bu vicdanı kıran yenmesini alkışlayacak namuslular da var.
Elvedâ ey aşk-ı nâmûs, elfirâk ey sıyt-i âr!
(Ey namus aşkı, ey utanmanın iyi ünü, allahaısmarladık!)
Bilir misiniz bu zamanda namus, kılıfını kemirir bir cevherden başka bir şey değil. Size koşuyorum; elbette siz beni anlar, benimle ağlarsınız. Bayramın ilk günlerinden beri damarlarımın içinde bir kızgınlık zehiri dolaşıyor, kanımı kemiriyor; burada artık herkesin benden ürktüğünü, kaçmak istediğini görüyorum. Herkes edepsizliğe hak veriyor; bana diyorlar ki: ‘Zaman haklıdır, akıllıdır; sen budalasın!’ Allah aşkına siz öyle yapmayın, siz bari deyiniz ki: ‘Sen budalasın; fakat zaman haklı, akıllı değildir!’
(…)
Yeisimin derecesini düşünemezsin, kardeşim; kendimi taşlara çarpacağım geliyor. Fakat hani benim yurtsever kanımla kirlenecek bir temiz taş?” (Sadeleştiren Cevdet Kudret, Türkdili dergisi, sy. 274, Temmuz 1974, sf. 207)

KÜÇÜK BİR KAFİYE TARTIŞMASI İLE BÜYÜK BİR YALNIZLIK

Edebiyatımızın yüz yılını belirleyen “Edebiyat-ı Cedide” küçük bir kafiye tartışması yanında, aynı zamanda büyük bir yalnızlıktan doğar ve grubun yayın organı durumundaki “Servet-i Fünun” sayfalarını 1901’de kapattığında büyük bir yalnızlık yaratır. Tevfik Fikret’in yalnızlığı…
Evet, küçük bir kafiye tartışması! Arkadaşları, çağdaşları ve hemen hemen tüm edebiyat tarihçileriyle bu konuda yazanların derginin başyazarı olması dışında grubun da başı olduğu konusunda birleştikleri Tevfik Fikret’in kendisi bile bu tartışmadan doğdu. Hatta, Cumhuriyet sonrası edebiyatımızı da önemli ölçüde yaklaşık yüz on yıl önceki bu tartışmanın şekillendirdiğini söyleyebiliriz.
İstibdad’ın kol gezdiği koşullarda genç bir şairin bir şiirinde kurduğu “abes/muktebes” kafiyesinin yol açtığı tartışma, eski ve yeni edebiyat yanlıları arasındaki belli belirsiz olan ayrımı netleştirdi. O zamana kadar Namık Kemal’in açtığı yeni edebiyat (Edebiyat-ı Cedide) yolunda yürüyen Recaizade Mahmud Ekrem ile eski edebiyatın savununcusu Muallim Naci’nin de karıştıkları bu tartışma, şiirde kafiyenin göz için mi, yoksa kulak için mi olduğu noktasında düğümleniyordu. Arap harflerinin kullanıldığı o yıllarda iki sözcüğün birbirinden farklı harflerle yazılması, başlarında Muallim Naci’nin bulunduğu divan edebiyatı yanlılarına göre kafiye değildi. Recaizade Mahmud Ekrem’in etrafında kümelenmekle birlikte henüz tam olarak yollarını çizmemiş, ancak Batı edebiyatını, özellikle Fransız edebiyatını bilen, öte yandan şiirlerini birbirlerine okuyarak değerlendiren yeni edebiyat yanlısı gençlere göre ise bu elbetteki bir kafiye idi ve o zamanlar, Tanpınar’ın deyimiyle, “orta çapta bir küçük burjuva şairi” olan Galatasaray Sultanisi’nde Recaizadenin öğrencisi olmuş, “Garp iştiyakı”na sahip Tevfik Fikret de bu tezi savunanların başında gelmekteydi.

“YENİ EDEBİYAT-I CEDİDE”

Aralarında, başta Tevfik Fikret olmak üzere, Cenap Şehabettin, Halit Ziya (Uşaklıgil), Hüseyin Cahit (Yalçın), Mehmed Rauf, Hüseyin Siret’in bulunduğu gençlerin “Üstad-ı Ekrem” Recaizade’nin öncülüğünde Ahmet İhsan’ın Servet-i Fünun idarehanesinde biraraya gelerek Edebiyat-ı Cedide adını almaları önceden kendi belirledikleri bir şey olmasa bile, küçük bir kafiye tartışmasından bir edebiyat akımının doğması rastlantı değildir. Karşıtlarının başlangıçta alay etmek amacıyla yakıştırdıkları bu ad, ilk önce “Yeni Edebiyat-ı Cedide/Yeni Yeni Edebiyat” şeklinde idi. Halid Ziya “Kırk Yıl”da bunu şöyle anlatmaktadır:
“Edebiyatı Cedide?... Bu isim de nereden çıkmıştı? Bunu hiçbir zaman layıkıyla izah edemedim. Bu bir alaydan çıkmıştı. Edebiyatıcedide, sonraları edebiyat tarihiyle uğraşanların Tanzimat Edebiyatı dedikleri Şinasi ve Namık Kemal Mektebinin unvanı idi, ve Recaizade ve Abdülhak Hâmid’in yürüttükleri edebiyat hareketine verilmişti. Güya yeniliğe bir kati sınır tayin edilebilirmiş, artık o edebiyatı cedideden sonra başka bir yenilik hareketine izin yokmuş gibi yine ondan dallanan, onun ancak çizdiği bir geniş yola korkusuzca dalan gruba gülünç bir unvan vermek istendi. Kim bilir hangi muhalif tarafından ortaya ‘Yeni Edebiyatı Cedide’ alayı fırlatıldı, ve artık bunu bütün karşı taraftakiler dillerine doladılar, ‘Yeni Edebiyatı Cedide’ dediler, yere attılar, ‘Yeni Edebiyatı Cedide’ dediler, kollarından tutup kaldırdılar, yine attılar, ve bu atış kaldırış arasında yeni sıfatı kendiliğinden düştü, ortada bir Edebiyatı Cedide kaldı, bu unvanı onun yapıcıları sayılanlar da kabul ettiler, ve böylece bütün varlığında zamanın gelecek yeniliklerine pek tabii bir tekâmül gözüyle bakan Edebiyatı Cedide bu unvanla kısa, kısa fakat dolgun ömrünü yaşadı.” (Kırk Yıl, İstanbul 1969, sf. 408-409).

“MALUMAT’IN NEFRET VE İĞRENME BUHRANLARI”

Öte yandan, kafiyenin göz için olduğu görüşünü savunanlar, daha sonra, eski edebiyatın savunucusu Muallim Naci’nin tilmizi Abdülhamidçi Baba Tahir’in “Malumat” dergisi etrafında birleşeceklerdir. Kimdir, nereden çıkmıştır, nasıl sivrilmiş, kimden güç almıştır; “hayatını hiç kimse bilmemekle beraber ne olduğunu herkesin bildiği” Baba Tahir, Servet-i Fünun karşısında bir “Malumat” bulunmalıdır mutlak fikrine sarayı öylesine inandırmıştır ki, Sarayca da, Servet-i Fünunculara öğretmenlik yapan Namık Kemal’in kalem arkadaşı Recaizade’nin karşısında bir güç bulunmalıdır. Bu güç Baba Tahir ve “Malumat” olacak ve “Servet-i Fünun”un kısa ömrü boyunca “Edebiyat-ı Cedide”cilere yazmadığını bırakmayacaktır. “Malumat”ın sayfalarında derc edilenleri, “nefret ve iğrenme buhranları” olarak niteleyen Hâlid Ziya sözü şöyle sürdürüyor:
“Hele mecmuanın kaplarını görüyorum, bunlar renk renk şeylerdi. Ve içi dışı hep Edebiyatı Cedideye savrulan alaylar, çoklukla haincesine iftiralarla dolu idi. Bunlar nasıl yazılırdı? Bu sövüntüleri yazanların yüzü nasıl kızarmazdı?” (A.g.e, sf. 428).
Bu saldırılardan, kendisine pek az dokunulsa da, en çok etkilenen kişi, “kendisinden çok başkalarını düşünen bir huyu olduğu için arkadaşlarının başarılarıyla en çok sevinen, ne zaman onlardan güzel bir parça gelse onu önüne gelene okuyan” Tevfik Fikret’tir.

Recaizade Mahmud Ekrem, Ahmet İhsan’ın “Servet-i Fünun” dergisinde biraraya getirdiği “Edebiyat-ı Cedide”yi oluşturacak gençlerin başına, çalışmadan kazandığını düşündüğü için ayrıldığı memuriyette birikmiş maaşlarını reddeden, oysa “Servet-i Fünun”dan kazanacağı ve geçimini sağlamaya yetmeyen paraya çok büyük değer verecek olan, Tanpınar’ın “orta çapta bir küçük burjuva şairi” dediği işte bu Tevfik Fikret’i geçirir

“Orta çapta”, çünkü, gelecek bir zamanda “Sis”in, “Tarih-i Kadim”in, “Han-ı Yağma”nın, “Haluk’un Defteri”nin, “Ferda”nın ve “Tarih-i Kadim’e Zeyl”in şairi Fikret, henüz Muallim Naci ile Abdülhakhamid ve Recaizade Ekrem’in etkisinde eski ile yeni arasında gezinen gazeller ve musammatlar yazmaktan tümüyle kurtulamamış, kendi sesini bulamamıştır. Ama her yeni şiir gibi, şiirde her yeni tavır da onun yolunu açacak, adım adım, dize dize Tevfik’i Fikret yapacaktır.

ESKİ İLE YENİ ARASINDA

Recaizade bunda da etkili olur. Dahası, Fikret-Recaizade yoldaşlığının başlangıcını belki biraz da bu etkide aramak gerekir. Öğretmeni Ekrem’in “Zemzeme mukaddimesi” Fikret’i öylesine derinden sarsar ki, sonradan Servet-i Fünun’da yazdığı bir yazıda bu hakkı teslim ederek “nazımcılık” olarak değerlendirdiği bu dönem şiirlerinden vazgeçmesini sağladığını söyleme gereği duyar. Oysa o zamana kadar eski ile yeni arasında bocalayan manzumeler yazan bu şair, çok değil daha dört-beş yıl kadar önce “Mirsad” dergisinin açtığı “Sitayiş-i Hazret-i Padişahi” konulu bir şiir yarışmasına Mehmet Tevfik adıyla katılarak birincilik kazanmıştır. Şu dizeler o zamanlar 25 yaşında bulunan işte bu şairindir:
“Medâr-ı muhteşem-i iftiharımız sensin
Senin vücuduna muhtacız ey veliyy-i niam
İlelebed sana densin Halife-i âlem...”
Bir de şu dizelere bakalım:
“Bir kudreti külliye var ulvî ve münezzeh,
Kutsî ve muallâ, ona vicdanımla inandım.
Toprak vatanım, nev’i beşer milletim... İnsan
İnsan olur ancak bunu iz’anla anladım.
Şeytan da biz, cin de, ne şeytan, ne melek var;
Dünya dönecek cennete insanla inandım.” (Haluk’un Amentüsü’nden).
Evet! Yıllar sonra padişahın tahta çıkışının yıldönümlerinde evde lamba yakmayı bir yurt sevmezlik sayarak karanlıkta oturan da aynı şairdir. Bugünden bakılınca tuhaf görülse de, o günün ağır İstibdad koşullarını ve bu koşullardaki bir şairin, Fikret’in ruh halini göstermesi bakımından önemli.
Bugün oldukça aşırı bir tepki olarak değerlendirilse de, Abdülhamid’in, düzenlenen bombalı suikastten bir anlık gecikme sonucu kurtulması üzerine yazdığı “Bir Lahza-ı Teahhür” şiiri de yine bu ruhun ürünüdür. Aradaki yıllar, uzun öğrenme, kendi sesini, kendi kimliğini bularak çevresindekilerce “yaşayan bir ülkü”, “erişilmez bir erek”, “ahlak ve iyilik yayan bir peygamber”, “ümid” ve “vicdan” timsali sayıldığı, “ahlak ve medeniyet havarisi” kabul edildiği yıllardır. 1900 yılında yayımladığı “Rübab-ı Şikeste”de adından Mehmet’i atmış, Tevfik’in yanına Fikret’i koymuştur. Fransız Parnasçı şairlerinden François Coppe’dan etkilenen Fikret’in bu dönemki şiirlerinde natüralist bir yaklaşım da göze çarpar. “Hasta Çocuk”, “Nesrin”, “Verin Zavallılara” gibi bu çizgideki şiirler önce “Servet-i Fünun”da yayımlanmıştır.

MAYASINDAKİ NİTELİKLER

Servet-i Fünun’u “sanat ve edebiyat ocağı” olarak değerlendiren H. Cahit Yalçın, “Edebiyat Anıları”nda derginin başyazarı Fikret’in çalışkanlığı ve dürüstlüğü yanında arkadaşları için gösterdiği özveriden de söz etmektedir. Ağzına içki ve sigara koymayan Fikret, Servet-i Fünun’dan kazandığı maaşla zar zor geçinebilmekteyken bile, bundan şikayet etmez. Kendisinden önce de arkadaşlarının hakkını arar; Ahmet İhsan’dan haftada seksen kuruş telif ücreti sağlar ve ihtiyaca göre paylaştırır.
Öte yandan, bir yanıyla da hep çocuktur Fikret; Çocuk denecek kadar da saftır. Öfkelenir. Küser. Sol yanında kimsenin yürümesine tahammül edemeyecek denli tuhaf bir yaradılışta kıskançtır; yan yana yürüdüğü arkadaşını sağına alan Fikret’in sol yanı hep boş kalmalıdır, çünkü oradaki kalbi yalnızca, kaybettiği eşine aittir! “Tarih-i Kadim’i, “Sis”i, “Ferda”yı, hatta darülfünun marşı için “Bir Güfte”yi yazdıran tek başına estetik beğenisi, edebiyat bilgisi, hatta şairlik yeteneği değil, biraz da “maya”sında var olan işte bu nitelikleridir.
Bu yönleriyle bakıldığında, Recaizade’nin Servet-i Fünun’un başına getirdiği Fikret, dergi için adeta biçilmiş bir kaftandır. Salt edebiyat bilgisi ve yeni bir şiir yaratmak için yaptığı onca yoğun vezin ve dil araştırma ve çalışmalarıyla değil, ama bundan daha fazla kişiliğinin tüm yönleri ile ele alındığında da böyledir. Halid Ziya ile tanıştıkları sıralarda Babıâli’de istişare odasında memur olan Fikret, birçoklarının mumla aradıkları böyle bir memuriyetten hiç de memnun değildir; “hatta bir nevi sadaka kabilinden olan maaşını bile almağa bir zûl nazariyle bakar”. Oysa, öte yandan da Aşiyan’da babadan kalma yalıda oturmasına rağmen, başına geçtiği andan itibaren, derginin kendisine verebildiği cüzi maaşı hak ederek kazandığı için çok önemsemektedir:
“Bu pek küçük bir para idi elbette, fakat Fikret ona her kazançtan ziyade kıymet verirdi. Birinci defa olarak edebi hayatta emeğinin bir mukabilini almış oluyordu ve bu kazanç için bütün varlığını matbaaya vakfetti. Herkesten evvel oraya gelir, orada herkesten sonraya kadar kalırdı. Sahifelerin tertibine bakar, onları süsler, münderacatı gözden geçirir, tashihleri yapar, hülasa, mecmuanın bütün yükünü üzerine alırdı.” (Sanata Dair 3/Türk Şair ve Edipleri, İstanbul 1955, sf. 257).

FİKRET’İN ADI DUYULUR DUYULMAZ

Halid Ziya, “gençliğinin bu yıllarında onun hayatından ciddi bir şikâyette hakkı anlaşılamazdı; onu gittikçe titiz hırçın yapan şikâyet vesileleri değil, o vesileleri icad eden fıtratının tezahürleri idi” diyor. İstibdadın kol gezdiği 19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyıl başlarında bir de yaradılışı dolayısıyla herkesten fazla yeis içindeki Fikret’in yeni bir derginin başına geçmesi, kendisi için de bu yeisten, umutsuzluk ve yalnızlık duygusundan kurtulmak demektir…
Recaizade Mahmud Ekrem Bey ve Servet-i Fünun’un sahibi Ahmet İhsan ile vardıkları mutabakata göre dergi tümüyle Tevfik Fikret’in yönetimine bırakılacak, o, etrafına istediği kimseleri toplayacak, derginin içeriğini istediği gibi biçimlendirecekti. Bu da, edebiyat dünyasının yarısından fazlasının herhangi bir çağrıya gerek kalmadan, daha Fikret’in adı duyulur duyulmaz Servet-i Fünun’a akmasına da yol açacaktı: Namık Kemal’in oğlu Ali Ekrem (Bolayır), Ahmed Reşid, Süleyman Nazif, Süleyman Nesib, Ahmet Hikmet (Müftüoğlu), Safveti Ziya, Hüseyin Suat, Celâl Sahir, vd…

SERVET-İ FÜNUN: BİR EDEBİYAT OKULU

Zamanın edebiyat dünyasının en önemli çekim merkezi oldu “Servet-i Fünun”. Dönemin ünlü şairlerinin pek çoğu en önemli şiirlerini “Servet-i Fünun”da yayımladılar. Fethi Naci’nin, “50 Türk Romanı”nda, “giyimi, kuşamı, yaşamı, duyguları, düşünceleri en iyi anlatılmış ‘alafranga züppe’mizdir” dediği Bihruz Bey’in yaratıcısı Recaizade Ekrem’in “Araba Sevdası” adlı bu uzun hikaye/romanı “Servet-i Fünun”da tefrika edildi. Sonradan itilafçı ve Kurtuluş Savaşı karşıtı olan dönemin yazar ve şairlerinin en tanınmışlarından Cenap Şehabettin salt şiirde değil, düzyazıdaki ustalığına da Servet-i Fünun’un 1895’ten 1901’e kadar topu topu altı yıl süren yayın hayatında ulaştı. “Eski Şeyler”i artık bir tarafa bırakan Tevfik Fikret de yeni şiirlerini Servet-i Fünun’da yayımladı. Servet-i Fünun, Halid Ziya başta olmak üzere birçok genç edebiyatçı için ustalık kazandıkları bir edebiyat okulu oldu.
Zaman geçip görüş ayrılıkları yanında belli bazı tatsızlıklar yaşandıkça Servet-i Fünun’a yüklediği umutları yavaş yavaş kaybolan Fikret, giderek daha titiz olmakta, içinde yaşadığı toplumun, hayatın haksızlıklarına git gide daha az katlanabilmektedir. Gitmek, başka yerde kendi amaçlarına uygun başka bir hayat kurmak fikri tüm benliğini sarar. Birden verdiği bir kararla Aşiyan’daki aile yalısını bırakıp eşinin babasının Rumelihisarındaki harap yalısına taşınması gibi davranışlarına alışkın olan arkadaşları edebiyatımızdaki ilk doğal yaşam tasarımı olan “Yeşil yurt” ütopyasını da olağan karşılarlar. Öyle ki, Fikret’in olağanüstü ikna gücü bu ütopyaya birçok yandaş da bulur, yer bile seçilir. Önce Manisa’da bir çiftlik tasarlanırken sonra burası bile yakın bulunur ve Hüseyin Cahit’e göre Yeni Zelanda, Halid Ziya’ya göre Seylan adası düşünülür.
Çabuk hayale kapıldığı gibi umutsuzluğa da çabuk kapılan çocuk ruhlu saf Fikret bu ütopyadan vazgeçecektir.

YENİ CEDİDİN İÇİNDEKİ CEDİD YENİ

“Edebiyat-ı Cedide/Yeni Edebiyat” yenidir, ancak, Fikret bu “yeni cedid”in içinde “en cedid yeni” olandır. Şiirde ve romanda eski edebiyatla büyük bir kopuşa öncülük eden “Servet-i Fünun”, yüzünü Batı/Fransız edebiyatına dönerek dilde, şiir, öykü ve roman konularında büyük dönüşümler yaratmıştır. Bugün bir televizyon kanalında günümüze uyarlanarak dizi film şeklinde yayınlanmakta “Aşk-ı Memnu”, Halid Ziya’nın “Edebiyat-ı Cedide” içindeyken yazdığı romanlardan biridir. O zamanın edebiyat dünyasından sahneler de içeren “Mai ve Siyah” ise yazarın bir başka romanıdır. Mehmet Rauf’un “Eylül” romanı ise edebiyatımızdaki ilk psikolojik roman sayılmaktadır.
“Edebiyat-ı Cedide”, eski edebiyattan kesin bir kopuşu gerçekleştirirken, Namık Kemal’lerin açtığı “sanat toplum içindir” çığırından çok “sanat sanat içindir” anlayışına yakın görünür. Özellikle öykü ve romanda bireyin iç dünyasına ilgi duyar. Bunun şiire yansımaları da olacaktır elbet ve şiirde de gündelik hayatta kullanılmayan pek çok sözcük yer bulmaya başlayacaktır. Bu bakımdan “Edebiyat-ı Cedide”ye erken gelmiş bir “İkinci Yeni” de diyebiliriz. İkisi de ağır siyasal baskı koşullarında doğup gelişmişlerdir. İkisi hayatı her yönüyle şiire geçirmeye çalışırken kullanımda olmayan pek çok sözcüğe, söz dizimine işlerlik kazandırmışlardır. “Edebiyat-ı Cedide”ciler farklı olarak bir de O zamanki Türkçeyi bir edebiyat dili haline getirdiler. Her ikisini de oku hedefe fırlatmak için yayın gerilme sürecine benzetebiliriz. “Edebiyat-ı Cedide” edebiyatta biriktirme yıllarıdır. Bu birikimin sonuçları da hem kendi içinden çıkanlarda hem de kendisinden sonraki edebiyatçılar kuşağında görülecektir. Asıl yapıtını “Edebiyat-ı Cedide”den sonra vermeye başlayan ve elden ele dolaşan şiirleriyle edebiyatımızın siyasal-toplumsal hayattaki dönem sözcülerinin ilklerinden olacak olan Fikret bunlardan biri ve en başındakidir. Nitekim, dergi kapanır grup dağılır, Fikret, kendi sözüne uygun davranarak “hak bildiği yolda yalnız başına” yürür. En yeni olan Fikret yeni eskinin içinde, ondan bağını koparak İstanbul üzerinden İstibdad’ı anlattığı “Sis”i yazmıştır. “Servet-i Fünun” edebiyat dergisi olmaktan çıktığında (1901) “yeni olan eski”dir. Oysa, Tanpınar’ın “Bu bir manzume değil, geniş, korkunç ve zalim bir bedduadır ki, faciadan faciaya atlayan ve yer yer hakikaten iptidai olan ıztırabı sonuna doğru payitaht sokaklarından sefil ve sergerdan dolaşan kimsesiz kadınların ve bakımsız çocukların talihine eğilmiş çok insani bir şefkate kalbolur ve onunla biter.” (Edebiyat Üzerine Makaleler, sf. 268) diye yazacağı “Sis” (1902), payitahtta elden ele dolaşmaktadır:
“Sarmış yine âfâkını bir dûd-ı munannid,
Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid.
Tazyîkının altında silinmiş gibi eşbâh,
Bir tozlu kesâfetten ibâret bütün elvâh;
Bir tozlu ve heybetli kesâfet ki nazarlar
Dikkatle nüfûz eyleyemez gavrine, korkar!”

SERBEST ŞİİRİN ÖNCÜSÜ, TOPLUMCU-LAİK ŞİİRİN YARATICISI

1901’den 1908’e kadar hiçbir dergide yer almayan ama şiirleri elden ele dolaşan Fikret’in, yayımlayabilme olanağı bulabildiği şiirlerden “Sabah Olursa”, “Tarih-i Kadim”, “Doksan Beş’e Doğru” gibi şiirleri bu dönemin ürünleridir. Abdülhamit yönetiminden nefret ettikçe meşrutiyetçi İttihat ve Terakki’ye yaklaşan Fikret, büyük ümitler bağladığı 1908 Devrimi’nden sonra Hüseyin Cahit Hüseyin Kâzım ile Tanin’i kurarak yazı dünyasına geri döndü. Devrimden umutluydu. Bu nedenle “Sis”in devamı olarak “Rücu”yu ve “Millet Şarkısı”nı yazdı. Oysa kısa bir süre sonra devrimden beklediğini bulamayıp Tanin’den de kırgınlık ve kızgınlık içinde ayrılacak, günün koşullarında iyi kazanan gazeteden payına düşeni parayı ise reddedecektir.
Galatasaray Sultanisi Müdürlüğü görevini üstlenir. Onarım çalışmalarının başında bulunur, çalışmaları bizzat yürütürken patlayan 31 Mart gerici ayaklanması sırasında okulunu savunur. Ne var ki, ancak, bir yıl sürdürebildiği bu görevden de ayrılmak zorunda kalır. Artık tümüyle Aşiyan’a çekilmiştir. “Ferda”, “Haluk’un Amentüsü”, “Han-ı Yağma” gibi içlerinde iktidarı şiddetle yeren şiirleri de bu dönemde yazar.
Fikret, içerik bakımından ezilen insanlara eğilirken, biçimde de buna uygun yollar aramıştır. Eski şiirimizde aruzun bir kalıbında kullanılabilen müstezatı her kalıpta uygulamaya başlayarak, Cumhuriyet’ten sonra Nâzım Hikmet ile gelişen serbest şiirin de öncüsü olmuştur. Fikret, “Tarih-i Kadim”, “Haluk’un Amentüsü” ve daha sonra yazacağı “Tarih-i Kadim’e Zeyl” gibi şiirleriyle de toplumcu laik şiirin öncüsü oldu. “Tarih-i Kadim”, şiirini Fikret ile aynı yolda, toplum yolunda bir başka düşünceyle yapan, hatta büyük ölçüde Fikret’i izleyen Mehmet Akif ile karşılıklı söz düellosuna dönen bir tartışmaya da yol açtı. Akif Fikret’e “Zangoç” diye hücum etti, Fikret de “Tarih-i Kadim’e Zeyl”i yazarak Akif’e “Molla Sırat” yakıştırmasıyla yanıt verdi. Fikret’in bu her iki şiiri de, “Haluk’un Amentüsü” ve başka şiirleriyle birlikte şiirimizde laik düşüncelerin ilk kez bu denli cesaretle yazılmasının en özgün ve öncü örnekleridir:
“Anladım çünkü hakikat başka;
Başka yollardan varılırmış hakka.
Saydığın harikalar, mucizeler
Birer efsun-i zekâdır ki, beşer,
bi-tevakkuf açıyor sırlarını;
Mucizat ehli unutmuş yarını
Aldanan ve aldatan hep aynı, İsa, Musa
Eski bir tılısımlı yalandır, o asa
İnsanlığın böyle sapıklıkları var,
Putunu kendi yapar kendi tapar.”

UMUTSUZLUK İÇİNDE BÜYÜK UMUT ŞİİRLERİ

Fikret, 1908’den sonra yazdığı şiirlerde, kendisi ne kadar büyük bir umutsuzluk içinde olursa olsun, büyük umut şiirleri yazdı. Oğlu Haluk’un üzerinden gençliğe ve geleceğe baktı, Haluk’a seslenirken gençliğe ve geleceğe seslendi:
“Ferda senin, senin bu teceddüt, bu inkılap..
Her sey senin değil mi ki zaten? sen ey şebab,
Ey çehre-i behic-i ümid, işte makesin
Karşında: bir sema-yı seher, saf ü bi-sehab
Aguş-ı lerze-darı açık bekliyor.. şitab!
Ey fecr-i hande-zad-ı hayat, işte herkesin
Enzarı sende; sen ki hayatın ümidisin.
Alnında bir sitare-i nev, yok, bir aftab,
Afaaka doğ. önünde şu mazi-i pür-mihen
Sönsün müebbeden!..”
Kendi gerçekleştiremediği bütün ümitleri Halûk’a yükledi. Kendi gidemediği yerlere de Halûk’u yolladı:
“Ne bulursan bırakma: San’at Fen
İtimad, itina, cesaret ümid
Hepsi lâzım bu yurda, hepsi müfid
Bize bol bol ziya kucakla getir…”

NAMIK KEMAL İLE NÂZIM HİKMET ARASINDA KÖPRÜ

Yalnız yazı ve şiirleriyle değil, kişiliği ve edebi tavrıyla da edebiyatımızda az rastlanan bir kişiliğe sahip öncü Fikret, gömüldüğü umutsuzluk ve küskünlüğün tam tersine son derece umutlu ve yarınla barışık şiirler yazdı. 1914 yazında Ada’da hastalandığında gizli şekeri olduğu anlaşılmıştı.
1867’de İstanbul’da Aksaray’da doğan Fikret, 1915’te yine İstanbul’da, Aşiyan’da tasarımını kendi çizdiği ve başında bulunarak yaptırdığı bugün müze olan yalıda hayattan ayrıldığında ise izinden yürüdüğü Namık Kemal ile aynı yaştaydı.
Türkiye’nin iki büyük şairi Namık Kemal ile Nâzım Hikmet arasında bir köprü olan Fikret, şiirimizde çığır açan şiirleri yanında bütün bu saf, nahif, çocuksu, ütopik ve peygamberane nitelikleriyle de Türkiye aydınları içindeki ulaşılmaz yeri ve ağırlığını korumaktadır.
(Bu yazı, Bilim ve Ütopya dergisinin Aralık 2008 tarihli 174. sayısında yayımlanmıştır).

22 Haziran 2011 Çarşamba

İnsanı aydınlatan fasih dilin kıymeti

...“İnsanı dil kıymetlendirir ve insan onunla saadet bulur; insanı dil kıymetten düşürür ve insanın dili yüzünden başı gider.
Sözü çok söyleme, sırasında ve az söyle; binlerce söz düğümünü bu bir sözde çöz.”...

Türkçeye emeği geçenler içinde en başta gelenlerden biri, yazdığı kitap bugün tam 941 yaşında olan Yusuf Has Hâcib’tir. 941 yıldır değerinden hiçbir şey yitirmeyen bu manzum kitap, Türklerin İslâmlaşmasından sonra yazılan ilk başyapıt olarak kabul edilir. Kutadgu Bilig’den söz ettiğimi her halde anlamışsınızdır.
Yaşamı hakkında sınırlı bilgilere sahip olduğumuz Yusuf Has Hâcib’in 1018 dolaylarında bugün Kırgızistan’da bulunan Balasagun’da doğduğunu, iyi bir eğitim gördüğünü, Arapça ve Farsça öğrendiğini biliyoruz. Hâcib, 1068’de Balasagun’da başladığı Kutadgu Bilig’i 1070’de Kaşgar’da tamamladı ve Doğu Karhanlı hükümdarı Süleyman Arslan Karahan’a (Tabgaç Buğra Han) sundu. Aydın bir devlet adamı olan Karahan, kitabı beğenerek onu en yüksek devlet görevlerinden biri sayılan, bugünkü karşılığı danışmanlık olan has haciplik görevine getirdi. O zamana kadar Balasagunlu Yusuf olarak tanınan şairin adına “Has Hâcib” sıfatı böyle eklendi.

HÜMANİST, TOPLUMBİLİMCİ VE AHLAKÇI

Kutadgu Bilig ile Yusuf Has Hâcib’in yaşamı arasında çok yakın bir ilgi de kurabiliriz. Hâcib, bir bakıma kendi geleceğini yazıyormuş gibidir. Kitaptaki kahramanlardan Ay Toldı, adaletiyle tanınan komşu ülke hükümdarının hizmetine, yazarın yaptığı gibi kendi yazdığı bir kitabı değil ama, ondan daha fazlasını, aklını sunacaktır.
Türk düşünce tarihinin ilk hümanist, toplumbilimci ve ahlakçısı sayılan şair, Kutadgu Bilig’de bilgeliği, doğruluğu, topluma ve insanlara yararlı olmayı savunmuş, kaderciliğe ve kötümserliğe karşı çıkmıştır. Aruz vezninin “feûlün/ feûlün/ feûlün/ feûl” kalıbıyla mesnevi biçiminde yazdığı Kutadgu Bilig, 6 bin 645 beyitten oluşur. Kitapta Türk-İslâm dünyasındaki ahlak görüşü ve buna bağlı devlet anlayışıyla, eski Türk toplumundan süregelen gelenek, görenek ve düşünceleri bir arada buluruz.
Bugünkü dile “Mutluluk Veren Bilgi” biçiminde çevirebileceğimiz Kutadgu Bilig, insanın mutluluğa ulaşmasının yollarını araştırır. Bilginin ve dilin değerini; iyiliği, aklı ve adaleti öven bölümlerden sonra kurgusal bir öykü çerçevesinde devlet örgütü ve işlerini konu edinir. Kitabın yapısı, sahneye konulmuş alegorik dört kişi arasında geçen bir münazaraya da benzetilebilir. Daha eski Budist ve Maniheist Uygur edebiyatı ürünlerinden, sahneye konulmak için yazılmış maitrisimitlerden de esinler taşıyan Kutadgu Bilig, sonraki yıllarda yazılacak öğüt kitaplarına da kaynaklık etmiştir. Aralarında konuşarak görüşlerini birbirlerine aktaran bu dört kişi, Türk-İslâm dünyasındaki dört ana ilkeyi temsil etmektedir: Doğruluk (Kün Togdı/Gündoğdu-hükümdar), mutluluk (Ay Toldı/Dolunay-vezir), akıl (Ögdülmiş/Öğülmüş-vezirin oğlu) ve kanaat (Odgurmış/Uyanmış-vezirin kardeşi).

BİN YILLIK ÖĞÜT

Siyasetname (Nizamülmülk) ve Pendname (Feridüddin-i Atar) gibi, ama onlardan çok önce yazılmış bir öğütler kitabı özelliği taşıyan Kutadgu Bilig’in hükümdara en önemli öğütlerinden biri dil konusundadır. Kitabın, “Dilin Meziyetini, Kusurunu, Faydasını ve Zararını Söyler” başlıklı 7. bölüm, bugünün, ağzından çıkanı kulağı duymayan, öfkeyi hitabet sanatına dahil eden, küfür ve hakaretinin bini bir para olan devlet ve hükûmet adamlarına verilmiş yaşı bin yıla yaklaşan bir öğüttür:
“Anlayış ve bilgiye tercüman olan dildir; insanı aydınlatan fasih dilin kıymetini bil!”

ŞAİR PADİŞAHLARLA SANATIN İÇİNE TÜKÜRENLER

“Kutadgu Bilig”/“Mutluluk veren bilgi”, Türklerin İslamlaşmasından sonraki ilk büyük edebiyat yapıtıdır. Kitap, Türk hükümdarlık ve devlet yönetimi geleneklerinin Arap ve Fars gelenekleriyle karşılaştırılabilecek yetkinlikte olduğunu göstermeyi amaçlamaktadır. Belli başlı kişilerin hükümdar-Kün Togdı, vezir-Aytoldı, vezirin oğlu-Ögdülmiş ve vezirin kardeşi-Odgırmış olması, olayların ve münazaranın başlıca bu kişiler arasında geçmesi de bunu göstermektedir.
Benzer bir desteği de Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan, Kaşgarlı Mahmud’a vermişti. Alparslan’dan çalışmalarını Bağdat’ta sürdürmesi teklifini alan Kaşgarlı Mahmud, Araplara Türkçe öğretmek ve Türkçenin Arapça’dan aşağı kalmayan bir dil olduğunu göstermeyi de amaçladığı, Türkçenin ilk ansiklopedik sözlüğü “Divânü Lugât’it Türk”ü Bağdat’ta yazacaktır.
Türk Devlet adamlarının geleneksel olarak sanat kültür ve edebiyata verdikleri bu desteği geriye doğru Uygur ve Köktürklere, ileriye doğru Çağatay, Selçuk ve Osmanlı devlet geleneklerine genişletebiliriz.

DİVAN SAHİBİ HÜKÜMDAR

14-15. yüzyılda yazılmış en büyük ve en hacimli divanın sahibi, kadılıktan gelen Kadı Burhaneddin, Eratna Beyliği hükümdarıydı. 14. yüzyıl şairlerinden Sultan Ahmet b. Veys, Celayirlilere mensup bir hükümdardı. Karakoyunlu hükümdarı Cihanşah b. Karayusuf, Hakîkî mahlasıyla şiirler yazan bir şairdi. Akkoyunlu hükümdarı SultanYakub’da Türkçe ve Farsça şiirler yazmıştı. Çağatayca’nın bir edebiyat dili haline gelmesinde büyük emeği bulunan, hatta bu dilin kurucusu sayılan şair Ali Şir Nevai’nin en yakın destekçisi Horasan hanlarından Timur’un torunu Hüseyin Baykara idi. Baykara’nın kendisi de divan sahibi oldukça iyi bir şairdi.
Alaeddin Keykubat başta olmak üzere Anadolu Selçuklu sultanları ile beylikler dönemi hakimlerinin şairleri koruyup destekledikleri de bilinmektedir.

ŞAİR PADİŞAHLAR

Ankara Savaşı’ndan sonra Osmanlı Anadolu birliğini yeniden kuran Çelebi Mehmed, “Harname” adlı hiciv eseriyle ünlü şair Şeyhi’yi, Abdülvasi Çelebi’yi, şair Ahmedî ile Ahmedi Daî’i koruyup desteklemişti. Çelebi Mehmed’in oğlu II. Murad ise, şair olan ilk Osmanlı padişahıdır. “Muradî”, II. Murad’ın şiirlerindeki takma adıydı. Şeyhî dışında Cemâlî, Şemsî, Nakkaş Sâfî, Gelibolulu Za’ifî, İvaz Paşazâde Atâî, Hüsâmî, Hassân, Bursalı Ulvî ile Aşkî II. Murad döneminin ileri gelen şairleridir.
Osmanlı Padişahlarından birçoğunun şiir yazdığı bilinmektedir. Bunların önemli bir kısmı hassaten şairdir. II. Murad onlardan biriydi. Bir başkası, kuşkusuz en önemlilerinden biri II. Mehmed’dir. Avnî mahlasını kullanan Fatih Sultan II. Mehmed, Osmanlı padişahları içinde divan sahibi olan ilk hükümdardı. Ahmed Paşa, Adnî mahlasını kullanan Mahmud Paşa, Nişanî mahlaslı Karamanlı Mehmed Paşa, Cemalî, Aşkî, Melîhî, Karamanlı Nizâmî, Sarıca Kemal, Zeynep Hanım ile esnaf şair Hûfî Fatih döneminin önde gelen şairleridir.

CEM ŞAİRLERİ

Yine yaklaşık aynı dönemde şehzadelerin çevresinde oluşan bir edebiyat camiası da vardır. “Cem Şairleri” kendisi de şair olan Şehzade Cem’in çevresinde bulunan şairlere verilen addı. Bu şairler; Türâbî, Sirozlu Sa’dî, Haydar, Kandî, La’lî, Sehayî, Şâhîdî ile Şerifî-i Âmidî idi.
Daha “Cem Şairleri”inin vefası ile Adnî mahlasıyla şiirler yazan II. Bayezid’in çevresindeki şairlere gelemedik…

Siz bir de şu, sanatın içine tükürenlere bakın!

12 Haziran 2011 Pazar

Kazmayı derin vuran Ferhat

...Baba Evi, Avare Yıllar, Murtaza, Cemile, Bereketli Topraklar Üzerinde, Suçlu, Devlet Kuşu, Vukuat Var, Dünya Evi, El Kızı, Hanımın Çiftliği, Eskici ve Oğulları, Gurbet Kuşları, Sokakların Çocuğu, Bir Filiz Vardı, Müfettişler Müfettişi, Yalancı Dünya, Üç Kağıtçı. Bunlara, Ekmek Kavgası, Sarhoşlar, Çamaşırcının Kızı, 72. Koğuş, Grev, Arka Sokak, Kardeş Payı, Babil Kulesi, Dünyada Harp Vardı, Mahalle Kavgası, İşsiz, Önce Ekmek, İspinozlar, Küçükler ve Büyükler... Koğuş Hanımın çiftliğini dizi yapanlar, bu romanlarda toplumcu gerçekçi Orhan Kemal’e ait ne varsa tümünü kazıyıp atmışlardır...



ORHAN KEMAL, 41 YILDIR İŞÇİ SINIFININ YÜREĞİNDE GÖMÜLÜ

“Seslendi bez dokuyan basma dokuyana
- Duydunuz mu arkadaşlar,
Kim çıktı dışarı?
- Orhan Kemal.”
Böyle başlıyor Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Orhan Kemal’e Ağıt” başlıklı şiiri. Şiir, ağıt olmaktan çok bir uğurlama havasıdır aslında. Şiirin tamamındaki, uzaktan uzağa duyduğumuz uğultunun, “gök dökülürcesine kuşlar”la, “göz alabildiğine pamuklar”ın, “çuvalı on kuruşa koza ayıran çocuklar”la, “Satılmış’ın arabasındaki atlar”ın davul-zurna seslerine karışan uğultusu olduğunu, yine uzaktan uzağa duyduğumuz fısıltıdan anlarız:
“Seslendi ulu çınarın kökü uluca kavağın köküne
- Duydunuz mu kardaşlar,
Kim girdi içeri?
- Orhan Kemal.”

İŞÇİLERİN ORHAN KEMAL’E SON GÖREVİ

Bulgar Yazarlar Birliği'nin çağrısı üzerine gittiği Sofya'da, 2 Haziran 1970 günü ölen Orhan Kemal’in cenazesini 5 Haziran’da Kapıkule’den alıp İstanbul’a doğru yola çıkan şair ve yazar dostlarını, Fazıl Hüsnü’nün bu şiirini doğrulayan bir sürpriz bekliyordu Babaeski’de. Orhan Kemal’i şehrin girişinde karşılayan işçiler, yazarlarına olan son görevlerini tabutuna çiçek sunarak yerine getiriyorlardı. Çiçek buketinin üzerinde şu sözler yazılıydı: “Biz işçiler, hatıran önünde saygıyla eğiliriz”.

ÇAĞDAŞ FERHAT

“Çağdaş Ferhat’tı Orhan Kemal/Bilirdi kayalar nice sert/Yara yara geldi dişiyle tırnağiyle/En dipten en tepeye/Yiğit insan, yalın kuvvet/Ünü büyüyecek dilden dile/Kimse önleyemeyecek/Bin yıl sonra bakacaksınız/O var köylerde, kentlerde/Okullarda çocukların ezberinde/Derin vurdu kazmayı/Orhan Kemal ölmeyecek”.
Talip Apaydın ise, ölümünün ardından yazdığı şiirde bunları söylüyor “Çağdaş Ferhat” olarak nitelediği Orhan Kemal için.
“Ferhat” bir iğretileme belki, ancak, kazmayı derin vurduğu saptaması tümüyle gerçektir!

EDEBİYATIN EMEKÇİSİ

Orhan Kemal gerçekten de derin vurdu kazmayı. Bunu, eserlerinin belli başlılarını; öykü, roman ve oyunlarını şöyle bir hatırlayarak da anlayabiliriz. Orhan Kemal’in indiği derinlik de, bu derinliğin neresi olduğu da yapıtlarından belli olacaktır.
Toplumun “en alttakileri” olarak da tanımlayacağımız bu derinlikteki kesim elbette işçi sınıfıdır. Hayat öyküsünden de bildiğimiz gibi, Orhan Kemal hem ilk gençlik yıllarında Beyrut’ta ve Adana’da, hem de daha sonra bulaşıkçılık, matbaa işçiliği ve kâtiplik gibi birçok işte çalışmıştır. Adana’nın çırçır fabrikalarındaki pamuk işçilerini de, İstanbul’un Cibali Tekel Fabrikası’ndaki tütün işçilerini çok yakından, taa içlerinden tanımaktadır. Adana’dan İstanbul’a göçtükten sonra da, yaşamını 1970’teki ölümüne dek bir edebiyat emekçisi olarak sürdüren Orhan Kemal’in 1950 ve 1960’larda öykülerini satabilmek için Cağaloğlu’nda, senaryolarını satabilmek için de Yeşilçam’da çalmadık kapı bırakmadığı edebiyatımızın edebiyat tarihlerine yansımayan yanlarından sadece biridir.

ORHAN KEMAL’DEN KAZINANLAR

Orhan Kemal’e, birkaç yıldan beri uzatıla uzatıla pehlivan tefrikasına çevrilen “Hanımın Çiftliği” dizisinden bakarsak yanılırız! “Hanımın Çiftliği” ile bu romanda geçen olayların öncesi ve sonrasındaki olayları anlatan “Vukuat Var” ile “Kaçak”, Orhan Kemal’in en önemli romanları değildir. Evini geçindirmek için çok yazmak durumundaki Orhan Kemal, bazı konuları, farklı zamanlarda başka yönleriyle yeniden ele almıştır. Bu üç romanın “Hanımın Çiftliği” üst başlığı altında toplanması, yazarın ölümünden çok daha sonra, yakın zamanların işidir. “Hanımın Çiftliği”ni dizi yapanlar, bu romanlarda toplumcu gerçekçi Orhan Kemal’e ait ne varsa tümünü kazıyıp atmışlardır. Orhan Kemal’in en önemli yapıtlarından “Bereketli Topraklar Üzerinde” romanından uyarlanan filmin başına gelenler henüz belleklerdeyken reyting peşinde koşan dizi filmcilerden aslına uygun film beklemek elbette hayal olurdu.

İŞÇİ SINIFININ ROMANCISI

Orhan Kemal’in en önemli romanları, yazarın Çukurova’daki tarım işçileri ile çırçır fabrikalarını anlattığı Bereketli Topraklar Üzerinde, Murtaza ve Cemile ile İstanbul’daki Cibali Tütün Fabrikası işçileri ve çevresini anlattığı Devlet Kuşu, Gurbet Kuşları ile Müfettişler Müfettişi gibi romanlarıdır. Panait Istrati’den tatlar bulduğumuz Baba Evi, Avare Yıllar ile Dünya Evi ise, Orhan Kemal’in, yaşam öyküsel özellikler taşıyan, birbirinin devamı yine üç önemli romanıdır. Öyküleri içinde ise Ekmek Kavgası’nı, Çamaşırcının Kızı’nı, Grev’i, Kardeş Payı’nı ve İşsiz’i il akla gelenler olarak sayabiliriz. Bunların tümü de Orhan Kemal’in içinden çıkıp geldiği işçi sınıfını anlatırlar. Türkiye’de bir işçi sınıfı edebiyatından söz edilebiliyorsa, bu edebiyatta, Orhan Kemal’in öyküleri, romanları ve oyunlarıyla azımsanmayacak bir emeği ve önemli bir yeri vardır. Orhan Kemal’in 1950’lilerin sonları ile 1960’larda yazdığı işte tüm bu öykü ve romanlar, Türkiye’de işçi sınıfının durumunu tüm gerçekçiliği ile ortaya koyan yapıtlardır. Özelleştirme, taşeronlaştırma ve sendikasızlaştırma sarmalındaki günümüz işçi sınıfı, sömürünün en vahşi biçimlerini yaşarken Orhan Kemal’in bu vahşi biçimlerin yaşanmış en kaba örneklerini anlattığı öykü ve romanları okumakta, okunduysa bir kez daha okumakta yarar var.