19 Nisan 2012 Perşembe

Ahmet Rasim ve gözetim altında muharrir olmak…

...İstibdat sona ereli yüz yıl olmasına karşın Ahmet Rasim’in bir yazar olarak yaşadıklarının sanki bugün yaşanıyormuş gibi zihnimizde taptaze canlanması, anlattıklarının bize çok bildik ve tanıdık gelmesi yanında, yazarın kıvrak, alaycı ama hoşgörülü ve sevecen, kara mizahla yüklü olmasına karşın kırıp dökmeyen o kendine özgü, Türkçenin balını tattıra tattıra gelişen üslubundan...


Ayaklarını bir leğen dolusu suya sokmadan başlayamayanlar… Yatağa girip başına bir buz torbası oturtmadan kendilerine gelemeyenler… Birkaç saat kestirmeden, bir bardak su, bir kadeh içki içmeden, bir lokma bir şey yemeden, her günkü alışkın olduğu yer ve zamanı, kağıt ve kalemi, daktilo veya bilgisayar olmadan tek sözcük yazamayanlar…
Yazarların nasıl yazdıkları öteden beri merak edilen, zaman zaman dergilerin soruşturma yaptıkları konulardan biridir. Anılar, inceleme yazıları, konuyu enine boyuna ele alan tezler, kitaplar var. Bunlardan biri de Ahmet Köklügiller’in “IQ Kültür Sanat Yayıncılık”tan çıkan “Nasıl Yazıyorlar” adlı kitabı. Kitap, ortalama okurun merak edeceği soruların cevaplarını verme amacı dışında öğretmenler ve öğrenciler için de bir kaynak durumunda. Yazarlar yazmaya nasıl hazırlanıyorlar, nasıl, hangi ruhsal ve fiziksel ortamda yazıyorlar, yazmak için günün belirli bir saatini mi seçiyorlar? Konuyu nasıl buluyorlar? Yazarken duydukları dinsel, siyasal bir endişe var mı; kendilerini özgür hissederek mi yazıyorlar? Okuru düşündükleri oluyor mu gibi soruların yanıtları aranarak hazırlanan kitap Türkiye’den 150’yi aşkın şair ve yazarın hangi ortamda ve nasıl yazdıklarına yer vermiş.

ŞİİRLERİNİ TIRNAKLARININ ÜSTÜNE YAZAN ŞAİR

Yakup Kadri, bir sayfada aynı kelimenin iki defa tekrarlanmasına razı olamayıp gece uykusundan uyanır, onu siler, yerine başkasını yazarmış örneğin. Uzun yıllar bir çalışma masasına sahip olamayan Haldun Taner, vapurda, dolmuşta, yürürken, ayakta veya evdeyse ya ütü masasında ya da yemek masasında yazarmış. Aziz Nesin, odanın kapısını, penceresini sımsıkı kapatanlardanmış. Cahit Sıtkı ise, nasıl yazdığını bilmeyenlerden… Yemek yerken veya yolda giderken ansızın bir dizenin gelivermesiyle dünyası birdenbire aydınlanırmış şairin.
Kendisi değişik saatlerde, değişik durumlarda, yavaş ilerleyerek, sıkıntısını yaşayarak, yanlışıyla doğrusuyla artık ortaya bir şey çıkmalı sabırsızlığıyla esinin bir birikim olduğunu söylemişse de; Cemal Süreya, Behçet Necatigil’in daha çok nereye yazdığını araştırmıştır “Behçet Necatigil Şiirlerini Nereye Yazardı” başlıklı şiirde. Şairin şiirlerini “bir şey çıkmamış biletlerin arkasına”, “İlaç kutularının üstüne”, “kâğıt peçetelere”, “plastikten oyuncakların üstüne” yazmış olduğu kanısındadır Cemal Süreya.
Cemal Süreya’nın ustaya küçük bir çalışma odası istediği şiirin son kısmı şöyle:
“Koca Barbaros’a karşın
Beşiktaş biraz odur artık,
Küçük bir oda versinler
Kehribar yüzü öylece kalsın

- Nereye mi yazardı dizelerini
Tırnaklarının üstüne yazardı”

MÜSTEAR ADLA YAYIMLANAN DERGİ

Benzer bir soruşturmaya verilen bir yanıt da taa 86 yıl önceden: “Sayın Yazar Hanım,
İstekli olarak çalıştığım, yazı yazdığım zamanlar beş altı saatlik deliksiz denilen uykulardan sonradır. Uyandığım zaman gece olmalıdır. Güneş doğmuşsa hemen tembellik basar. Arada öğleden sonra da çalışır, yazarım. Ama her halde sabaha bir iki saat kala çalıştığımın, yazdığımın tadını, zevkini öğleden sonraki çalışmalarımda bulamam.” (Anılar ve Söyleşiler, Çağdaş Yayınları, 1983, sf. 13).
“Sevimli Ay” dergisinin “Muharrir ve ediplerimiz nasıl yazarlar” başlıklı soruşturmasına verdiği yanıtlara Ahmet Rasim, bu sözlerle başlıyor. Hitaptaki “Sayın Yazar Hanım”, Sabiha Sertel’den başkası değil. “Sevimli Ay” ise, basın yayın ve edebiyat tarihimizde önemli bir yeri olan, yayınını bir süre de böyle sürdürmesi zorunluluğu ortaya çıkmış bulunan “Resimli Ay” dergisinin, denilebilirse, “müstear” adlarından biri. Bugün de pek çok örneğini görüp yaşadığımız, doğrudan ya da dolaylı yollardan gelen hükümet baskısıyla yayınından alıkonulan dergi ve gazetelerin ne ilki ne de sonuncusu “Resimli Ay”. 1 Şubat 1924’te yayın hayatına başlayan derginin hedefi de, bu türlü baskıları mukadder kılacak nitelikte zaten o zamanlar. Sorumlu müdür Zekeriya Sertel’in hedeflediği şey son derece mutevazı oysa:Okuyucuların okuma ihtiyaçlarının doyurmak ve memleketimizde gerçek bir halk dergisi kurmak!
Tevazu tersinden alınınca, daha yayınının başında Cevat Şakir’in “Asker Kaçakları Nasıl Asılır?” başlıklı yazısı Zekeriya Sertel’in de yazarla birlikte İstiklal Mahkemesi’nce 3 yıl Sinop’ta kalebentliğe mahkûm edilmesine neden olur. Yönetimini Sabiha Sertel’in üstleneceği dergi, bundan sonraki yayınını, önce “Sevimli Ay” daha sonra da “Resimli Perşembe” adlarıyla sürdürecektir.

NÂZIM HİKMET VE PUTLARI YIKMA KAMPANYASI

“Resimli Ay”ın 1924-28 ile 1928-30 yıllarını kapsayan iki dönemi var. İlk dönemdeki kadrosunda Ahmet Rasim, Mehmet Rauf, Yakup Kadri, Reşat Nuri, Yusuf Ziya Ortaç, Hakkı Sûha, Ercüment Ekrem Talu, Hıfzı Tevfik, Sadri Ertem, Ahmet Nuri, Selim Sırrı Tarcan, Mahmut Yesari, İbn-ül Refik gibi yazarları toplayan “Resimli Ay”, dergi yayıncılığına biçim ve içerikte de yenilik getirecektir.
İkinci döneminde toplumcu-gerçekçi bir çizgiye yönelen dergi, kadrosunu Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Suat Derviş, Vâlâ Nureddin gibi yazarlarla birlikte ilerici ve sosyalist görüşlere açar. Derginin bu dönemdeki en önemli yayını, “Putları Yıkıyoruz” kampanyasıdır. “Resimli Ay”ın, kısa zamanda sol yazarların toplandığı bir dergi haline gelmesi ve polis tarafından izlenmesi, derginin Zekeriya Sertel dışındaki ortaklarını tedirgin eder. Bu ortaklar, Nâzım Hikmet başta olmak üzere ilerici-sosyalist yazarların kadrodan çıkarılmasını isterlerse de Sertel’ler buna karşı dururlar. Bu da derginin sonu olur.

HAFİYELERİN GÖZETİMİ ALTINDA YAZMAK

Ahmet Rasim’in, “Sevimli Ay”ın “nasıl yazıyorlar” soruşturmasına verdiği yanıt, derginin Haziran 1926 tarihli 4. sayısında yayımlanmıştır. “Resimli Ay”ın birinci döneminin sürekli yazarlarından olan Ahmet Rasim’in ölümünün 50. yılı için Nuri Erten’in hazırladığı, ancak 51. yılında yayımlanabilen “Anılar ve Söyleşiler”de yer alan yazıların büyük çoğunluğu “Resimli Ay”, “Sevimli Ay” ve “Resimli Perşembe”de yayımlanan yazılardan oluşmaktadır.
Ahmet Rasim’in kitapta yer alan, Abdülhamit döneminde yazarlık yüzünden neler çektiğini anlattığı, Vedat Günyol’un deyişiyle “birbirini bütünleyen on dört nefis yazı”sının her biri yazarın soruşturmaya verdiği yanıtların açılımı olarak da algılanabilir. Nitekim on dört yazının, yanıtın hemen ardından sıralanması da bu görüşü doğrular nitelikte. “Yazarlık Yüzünden Neler Çektim/Ekmekçi de Veresiye Vermeyeceğini Söyledi”, “Eşim Doğurmak Üzereydi, Cebimde On Para Yoktu”, “İlk Tutuklanmamdı, Ama Tutukevinde Kimse Yoktu”, “Avrupa’dan Para Alıyorum Diye Nasıl Jurnal Edilmiş, Sonra Nasıl Kurtulmuştum?”, “Evim Basılarak Cephane Araması Yapılmıştı”, “İki İmparator arasında Aç Susuz”, “Muhabirliğe mi Geldik, Dilenciliğe mi” başlıklı, konusunu hemen daha başlığında veren yazılar, yazarın Abdülhamit’in “gölge hafiye”lerinin sürekli gözetim ve denetimi altında nasıl yazı yazıldığını gösteren birer tanığı durumunda.

GERÇEĞİN DİLE GETİRİLMESİNİN BEDELİ

İstibdat sona ereli yüz yıl olmasına karşın Ahmet Rasim’in bir yazar olarak yaşadıklarının sanki bugün yaşanıyormuş gibi zihnimizde taptaze canlanması, anlattıklarının bize çok bildik ve tanıdık gelmesi yanında yazarın kıvrak, alaycı ama hoşgörülü ve sevecen, kara mizahla yüklü olmasına karşın kırıp dökmeyen o kendine özgü, Türkçenin balını tattıra tattıra gelişen üslubundan. Gazetecilikte başına gelenleri –bir tarihte hovardalıkta baskına uğramasını bile- başkasının başından geçmiş gibi anlatması, “her gerçek güzeldir” diyen Ahmet Rasim’i bugün de güncel ve okunur kılan özelliklerin başında geliyor. Her gerçek güzeldir ancak, gerçeğin dile getirilmesinin de bir bedeli vardır. Bu bedel de çoğu kez işsizlik, yoksulluk, açlık ya da hapislikle ödenir.
“Nasıl yazıyorlar” türünden soruşturmalarda biçimsel şeyler değil ilgi çekici, özgün ve önemli olan; yazarın içinde var olduğu –bireysel, toplumsal, siyasal, ekonomik ve kültürel- bütünlüklü yaratıcı ortam elbette. Bu bir “fildişi kule” de konforlu ve geniş bir çalışma masası da olabilir, yoksul bir evde bir dikiş makinesinin üstü de, bir hapishane hücresinde karton kutulardan yapılma dizüstü tahtası da. Bir sarayda gecekondudaki gibi yazılmaz. Ne yaşıyorsa onu yazar insan, nasıl yaşıyorsa öyle yazar. Zaman akar, her şey geçer, yazı kalır sonuçta.
Son sözü Ahmet Rasim söylesin o halde:
“Bence, istediğim gibi yazılmış bir makalenin, bir kitap bölümünün verdiği hazzı anlatacak hiçbir deyim yoktur. Sıkıntı ve üzüntümü bile bunların karşısında unuttuğum pek çoktur”.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder