25 Temmuz 2011 Pazartesi

Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür

...
“Kimseden ümid-i feyz etmem dilenmem perr ü bal
Kendi cevvim, kendi eflakimde kendim tairim
İnhina, tavk-ı esaretten girandır boynuma
Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim”
...
“Rübab-ı Şikeste”nin önsözündeki bu dörtlükten, hatta, dahası, bu dörtlüğün son dizesinden bütün ve tek bir Tevfik Fikret portresi çıkarmak mümkündür: “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür”...
Tüm yaşamındaki ve yaşamının olduğu gibi yansıdığı şiirlerindeki Fikret de, çağdaşları ve Servet-i Fünun dergisindeki yol arkadaşlarının hem fikir oldukları Fikret de budur: “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür”...


SANAT VE YURTSEVERLİK YOLUNUN BAŞI

“Edebiyat-ı Cedide”nin daha kuruluşundan itibaren içinde olan Halid Ziya Uşaklıgil’in “Kırk Yıl” adlı anılar kitabında yazdıkları ile “Sanata Dair” makaleler kitabındaki Tevfik Fikret portresi de bu doğrultuda:
“Onu ne tarafından tutmalı?” diyor Halid Ziya; “Şair sıfatiyle mi, sanatkâr sıfatiyle mi, adam sıfatiyle mi? Hele bu son sıfatında o kadar karışık mu’dil (çetin) idi ki, onun hakkında dostlarından, yakınlarından hiç biri tam bir isabetle hüküm verememişti; hatta kendisi bile… Yalnız bir hükme vardık; her şeyden ziyade, her sıfatından fazla bir adam, beşer için mümkün olan kemali şahsında toplayan bir insan enmuzeci (örneği) idi.” (Sanata Dair 3/Türk Şair ve Edipleri, İstanbul 1955, sf. 251).
Sonradan gazeteciliği ve siyaseti seçen Hüseyin Cahit Yalçın’a göre de Fikret’in güçlü, belirgin ve ezici bir kişiliği vardır. “Çok eski zamanlarda olsaydı belki adı bir peygamber diye art kuşaklara geçerdi” diyor Yalçın; “Daha sonraları gelseydi bir tarikat kurucusu olurdu. Ne var ki on dokuzuncu yüzyıl sonlarında Abdülhamit yönetiminin her soylu duyguyu susturan ve öldüren kıyıcılığı ve baskısı içinde Fikret, yalnızca sanat ve yurtseverlik yolunun başı oluyordu.” (Edebiyat Anıları, İstanbul, 1975, sf. 115).
İstibdat’ın koruyup kolladığı rakip dergi “Malumat”ın Sultan Hamid tarafından nişan verilip ödüllendirilmesi üzerine bir nişan da kendisi almak amacıyla başvurduğu için Fikret tarafından azarlanan “Servet-i Fünun”un sahibi Ahmet İhsan Tokgöz’ün nitelemesi ise tek kelime ile “melaike”dir:
“Bütün Edebiyat-ı Cedide Ailesi evlâtları onun, Tevfik Fikret’in şahsiyeti önünde kendimizi ufak görürdük; Fikret’i karşımıza çıkmış âdil bir hâkim gibi bulurduk; Tevfik Fikret’in ufak bir tenkidine, küçücük bir imasına uğramak istemezdik ve içimizden birisini vicdanıyla mahkûm eyleyiverir korkusu ile titrerdik.”(Ahmet İhsan Tokgöz, Matbuat Hatıralarım, Akt. Yalçın Küçük, Aydın Üzerine Tezler, Cilt 2, sf. 524-525).

NAMIK KEMAL’İN BIRAKTIĞI BOŞLUKTA

Fikret’in kuşağından olmayıp da çok daha sonra şiiri ve yaşamı hakkında yazanlar da benzer saptamalar yaparlar. Bunlardan, dikkate değer bir Tevfik Fikret portresi çizen A. Hamdi Tanpınar, “Edebiyat Üzerine Makaleler”de “Fikret benim için bir şairden ziyade bir kahramandır. Sanatı eski bulunabilir, ihmal edilebilir, okunur, okunmaz, fakat talihin kendisine nasip ettiği büyük rolü unutulamaz. Fikret, bir devrin manevi tarihine kendi karakterinin mührünü basabilmek için en müsait şartları bulmuştur.” demektedir. Fikret’in yapıtlarını vermeye başladığı zaman, mevcut edebiyat ortamının “adeta bomboş” olduğunu hatırlatan Tanpınar, şairin içine doğduğu bu koşulları da şu cümlelerle anlatmaktadır:
“Kendisinden evvel, yeniliği başaran neslin en kuvvetli şahsiyeti olan Namık Kemal ölmüş, yeri boş kalmış, Hâmid’le Recâizâde Ekrem asıl eserlerini vermişler, yapacaklarını yapmışlardı. Kendisi ile işe başlayan diğer Servet-i Fünûn şairlerine gelince, onlar, yeni bir eserin geniş bir tabaka tarafından anlaşılması ve benimsenilmesi için elzem olan ruh kuvvetinden ve büyük cazibeden mahrumdular. Ayrıca Fikret, mizaç, terbiye, muhit ititbariyle de tesadüfün kendisini seçmiş olduğu vazifeye müsait bir hilkatte idi. Küçük, fakat müreffeh bir memur ailesinin çocuğuydu, yani memlekette hükümdar nüfuzuna karşı aşağı yukarı otuz, kırk seneden beri aksülamel yapan ve yavaş yavaş sınıfsız bir cemiyette, biricik söz sahibi olmak istidadını gösteren bir tabakadandı. Galatasaray’da okumuştu. Garp iştiyakı vardı. Görülüyor ki, bütün şartlar onun lehinde idi. Fakat o da şartların bu lütfuna lâyık olmanın kudretini kendisinde buldu. Talihin kendisi için hazırladığı imkanları çabuk farketti, hatta mizacının zaaflarını bile ona göre terbiye etti. İnzivasını bir nevi peygamberane uzlet, çabuk darılıcı mizacına istiğna, hayat ve fiil alemindeki kabiliyetsizliğini yüksek bir mukavemet şekline soktu ve şiirinin bir zaman sadece melûl besteler çıkaran ferdi melankolisini tam lâzım olduğu bir zamanda cemiyetin ıztırap ve ümitlerine tercüman yaptı. Kısacası orta çapta bir küçük burjuva şairi iken, cemiyet için bir nevi ahlak ve medeniyet havarisi oldu.” (Edebiyat Üzerine Makaleler, sf. 260-261).

“ALNI AÇIK, BAŞI DİK FİKRET”

Tanpınar, ahlaklı ve dürüst olmanın ender bulunduğu bir devirde, Fikret’in hiçbir iş görülmediğini anladığı için terkettiği bir memuriyetin birikmiş maaşlarını kendisine götürdüklerinde tereddütsüz iade etmesini nadir rastlanan bir meziyet olarak değerlendirmektedir. Bu küçük hareketi çok büyük bir yere oturtan Tanpınar saptamalarını şöyle sürüdürüyor:
“Bu küçük hareket, belki çok dürüst bir ahlâkın samimi bir tezahürüydü. Belki çok kuvvetli bir ihtirasın sakınınlması imkânsız bir aksülâmeliydi. Yani bir nevi tezahürdü, hatta belki de Fikret, bunu tamamiyle farkında olarak, hesaplayarak yapmıştı. Fakat ne olursa olsun, o zamanki cemiyet için lâzım olan bir jest, ücreti sâyin hakkı değil, bir nevi âtıfet telakki edenlere verilmiş bir dersti. Ve başkaları, içlerinde kendisinden daha yaşlı, daha şöhretliler de olduğu halde, hatta bütün bir cemiyet aksini yaparken yalnız Tevfik Fikret, genç ve isimsiz bir şair, bir jesti yapabiliyor ve bir idare ve zihniyeti en karakteristik meselesinde utandırıyordu. Fikret bütün hayatında bu jestin adamı olarak kalmış ve kendi kendisini tekzip etmemiştir.” (A.g.e. sf. 261).
Türk aydınları üzerine beş ciltlik bir inceleme yayımlayan Prof. Dr. Yalçın Küçük de oldukça kapsamlı bir bölüm ayırdığı Fikret için benzer saptamalar yapmakta, o da Fikret’in yaşamı ve şiiriyle bir bütün olan kişiliği ve ahlâki tutumunu öne çıkarmaktadır.
“Alıngan, küsen, duygulu, zaman zaman umutsuz fakat geleceğe hep güvenen, akılcı, Tanrısız, ‘fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim’ diyebilen, alnı açık, başı dik Fikret, Türk insan ve Türk aydını için önemli bir dönüm noktasıdır. Abdülhamit’ten sonra doğdu; Abdülhamit’ten önce öldü. Dünyası Abdülhamit’in dünyası oldu. Türkiye’de İdareyy-i Hamidiye’de Fikret çıktı.” (Yalçın Küçük, Aydın Üzerine Tezler Cilt 2, sf. 387).

“HANİ BENİM YURTSEVER KANIMLA KİRLENECEK TEMİZ BİR TAŞ?”

Fikret’in kendisi de benzer yargıları doğrulamamıza yarayacak veriler sağlamaktadır. 1899’da Süleyman Nazif’e yazdığı mektupta “Koca bir alem içinde yalnızım, Nazif!” diye yakınmaktadır. Söz ilerledikçe yakınma canhıraş bir çığlığa dönüşür:
“En yakın arkadaşlarımın arasında, sokağa çıplak çıkmış bir adam duygusuyle titriyorum; herkesin vicdanı kapalı, örtülü; yalnız ben çıplak! Herkes hiç olmazsa üniformalarla –ne diyeyim- mayasını örtüyor; herkes zamanın alçaklık süslerine bürünebiliyor; herkes namuslu geçinerek alçak yaşamanın kolayını buluyor; herkes bu rezalet havasında nefes alabilmek için bir kolaylığa, bir çareye, bir büyüye sahip…
İşte kalem namusu, basın namusu, edebiyat namusu… O da öldü, o da çiğnendi. Gazetesinde bir jurnal sureti basamayanlar artık gazeteci sayılmıyor. Sonra içimizde o edepsizleri kötülüklerinin üstün gelmesinden dolayı kutlamağa koşacak, ‘Bir gazâ ettin ki hoşnud eyledin Peygamberi’ alkışlarıyle onların bu danışıklı dövüşlerini, namussuzluğun bu vicdanı kıran yenmesini alkışlayacak namuslular da var.
Elvedâ ey aşk-ı nâmûs, elfirâk ey sıyt-i âr!
(Ey namus aşkı, ey utanmanın iyi ünü, allahaısmarladık!)
Bilir misiniz bu zamanda namus, kılıfını kemirir bir cevherden başka bir şey değil. Size koşuyorum; elbette siz beni anlar, benimle ağlarsınız. Bayramın ilk günlerinden beri damarlarımın içinde bir kızgınlık zehiri dolaşıyor, kanımı kemiriyor; burada artık herkesin benden ürktüğünü, kaçmak istediğini görüyorum. Herkes edepsizliğe hak veriyor; bana diyorlar ki: ‘Zaman haklıdır, akıllıdır; sen budalasın!’ Allah aşkına siz öyle yapmayın, siz bari deyiniz ki: ‘Sen budalasın; fakat zaman haklı, akıllı değildir!’
(…)
Yeisimin derecesini düşünemezsin, kardeşim; kendimi taşlara çarpacağım geliyor. Fakat hani benim yurtsever kanımla kirlenecek bir temiz taş?” (Sadeleştiren Cevdet Kudret, Türkdili dergisi, sy. 274, Temmuz 1974, sf. 207)

KÜÇÜK BİR KAFİYE TARTIŞMASI İLE BÜYÜK BİR YALNIZLIK

Edebiyatımızın yüz yılını belirleyen “Edebiyat-ı Cedide” küçük bir kafiye tartışması yanında, aynı zamanda büyük bir yalnızlıktan doğar ve grubun yayın organı durumundaki “Servet-i Fünun” sayfalarını 1901’de kapattığında büyük bir yalnızlık yaratır. Tevfik Fikret’in yalnızlığı…
Evet, küçük bir kafiye tartışması! Arkadaşları, çağdaşları ve hemen hemen tüm edebiyat tarihçileriyle bu konuda yazanların derginin başyazarı olması dışında grubun da başı olduğu konusunda birleştikleri Tevfik Fikret’in kendisi bile bu tartışmadan doğdu. Hatta, Cumhuriyet sonrası edebiyatımızı da önemli ölçüde yaklaşık yüz on yıl önceki bu tartışmanın şekillendirdiğini söyleyebiliriz.
İstibdad’ın kol gezdiği koşullarda genç bir şairin bir şiirinde kurduğu “abes/muktebes” kafiyesinin yol açtığı tartışma, eski ve yeni edebiyat yanlıları arasındaki belli belirsiz olan ayrımı netleştirdi. O zamana kadar Namık Kemal’in açtığı yeni edebiyat (Edebiyat-ı Cedide) yolunda yürüyen Recaizade Mahmud Ekrem ile eski edebiyatın savununcusu Muallim Naci’nin de karıştıkları bu tartışma, şiirde kafiyenin göz için mi, yoksa kulak için mi olduğu noktasında düğümleniyordu. Arap harflerinin kullanıldığı o yıllarda iki sözcüğün birbirinden farklı harflerle yazılması, başlarında Muallim Naci’nin bulunduğu divan edebiyatı yanlılarına göre kafiye değildi. Recaizade Mahmud Ekrem’in etrafında kümelenmekle birlikte henüz tam olarak yollarını çizmemiş, ancak Batı edebiyatını, özellikle Fransız edebiyatını bilen, öte yandan şiirlerini birbirlerine okuyarak değerlendiren yeni edebiyat yanlısı gençlere göre ise bu elbetteki bir kafiye idi ve o zamanlar, Tanpınar’ın deyimiyle, “orta çapta bir küçük burjuva şairi” olan Galatasaray Sultanisi’nde Recaizadenin öğrencisi olmuş, “Garp iştiyakı”na sahip Tevfik Fikret de bu tezi savunanların başında gelmekteydi.

“YENİ EDEBİYAT-I CEDİDE”

Aralarında, başta Tevfik Fikret olmak üzere, Cenap Şehabettin, Halit Ziya (Uşaklıgil), Hüseyin Cahit (Yalçın), Mehmed Rauf, Hüseyin Siret’in bulunduğu gençlerin “Üstad-ı Ekrem” Recaizade’nin öncülüğünde Ahmet İhsan’ın Servet-i Fünun idarehanesinde biraraya gelerek Edebiyat-ı Cedide adını almaları önceden kendi belirledikleri bir şey olmasa bile, küçük bir kafiye tartışmasından bir edebiyat akımının doğması rastlantı değildir. Karşıtlarının başlangıçta alay etmek amacıyla yakıştırdıkları bu ad, ilk önce “Yeni Edebiyat-ı Cedide/Yeni Yeni Edebiyat” şeklinde idi. Halid Ziya “Kırk Yıl”da bunu şöyle anlatmaktadır:
“Edebiyatı Cedide?... Bu isim de nereden çıkmıştı? Bunu hiçbir zaman layıkıyla izah edemedim. Bu bir alaydan çıkmıştı. Edebiyatıcedide, sonraları edebiyat tarihiyle uğraşanların Tanzimat Edebiyatı dedikleri Şinasi ve Namık Kemal Mektebinin unvanı idi, ve Recaizade ve Abdülhak Hâmid’in yürüttükleri edebiyat hareketine verilmişti. Güya yeniliğe bir kati sınır tayin edilebilirmiş, artık o edebiyatı cedideden sonra başka bir yenilik hareketine izin yokmuş gibi yine ondan dallanan, onun ancak çizdiği bir geniş yola korkusuzca dalan gruba gülünç bir unvan vermek istendi. Kim bilir hangi muhalif tarafından ortaya ‘Yeni Edebiyatı Cedide’ alayı fırlatıldı, ve artık bunu bütün karşı taraftakiler dillerine doladılar, ‘Yeni Edebiyatı Cedide’ dediler, yere attılar, ‘Yeni Edebiyatı Cedide’ dediler, kollarından tutup kaldırdılar, yine attılar, ve bu atış kaldırış arasında yeni sıfatı kendiliğinden düştü, ortada bir Edebiyatı Cedide kaldı, bu unvanı onun yapıcıları sayılanlar da kabul ettiler, ve böylece bütün varlığında zamanın gelecek yeniliklerine pek tabii bir tekâmül gözüyle bakan Edebiyatı Cedide bu unvanla kısa, kısa fakat dolgun ömrünü yaşadı.” (Kırk Yıl, İstanbul 1969, sf. 408-409).

“MALUMAT’IN NEFRET VE İĞRENME BUHRANLARI”

Öte yandan, kafiyenin göz için olduğu görüşünü savunanlar, daha sonra, eski edebiyatın savunucusu Muallim Naci’nin tilmizi Abdülhamidçi Baba Tahir’in “Malumat” dergisi etrafında birleşeceklerdir. Kimdir, nereden çıkmıştır, nasıl sivrilmiş, kimden güç almıştır; “hayatını hiç kimse bilmemekle beraber ne olduğunu herkesin bildiği” Baba Tahir, Servet-i Fünun karşısında bir “Malumat” bulunmalıdır mutlak fikrine sarayı öylesine inandırmıştır ki, Sarayca da, Servet-i Fünunculara öğretmenlik yapan Namık Kemal’in kalem arkadaşı Recaizade’nin karşısında bir güç bulunmalıdır. Bu güç Baba Tahir ve “Malumat” olacak ve “Servet-i Fünun”un kısa ömrü boyunca “Edebiyat-ı Cedide”cilere yazmadığını bırakmayacaktır. “Malumat”ın sayfalarında derc edilenleri, “nefret ve iğrenme buhranları” olarak niteleyen Hâlid Ziya sözü şöyle sürdürüyor:
“Hele mecmuanın kaplarını görüyorum, bunlar renk renk şeylerdi. Ve içi dışı hep Edebiyatı Cedideye savrulan alaylar, çoklukla haincesine iftiralarla dolu idi. Bunlar nasıl yazılırdı? Bu sövüntüleri yazanların yüzü nasıl kızarmazdı?” (A.g.e, sf. 428).
Bu saldırılardan, kendisine pek az dokunulsa da, en çok etkilenen kişi, “kendisinden çok başkalarını düşünen bir huyu olduğu için arkadaşlarının başarılarıyla en çok sevinen, ne zaman onlardan güzel bir parça gelse onu önüne gelene okuyan” Tevfik Fikret’tir.

Recaizade Mahmud Ekrem, Ahmet İhsan’ın “Servet-i Fünun” dergisinde biraraya getirdiği “Edebiyat-ı Cedide”yi oluşturacak gençlerin başına, çalışmadan kazandığını düşündüğü için ayrıldığı memuriyette birikmiş maaşlarını reddeden, oysa “Servet-i Fünun”dan kazanacağı ve geçimini sağlamaya yetmeyen paraya çok büyük değer verecek olan, Tanpınar’ın “orta çapta bir küçük burjuva şairi” dediği işte bu Tevfik Fikret’i geçirir

“Orta çapta”, çünkü, gelecek bir zamanda “Sis”in, “Tarih-i Kadim”in, “Han-ı Yağma”nın, “Haluk’un Defteri”nin, “Ferda”nın ve “Tarih-i Kadim’e Zeyl”in şairi Fikret, henüz Muallim Naci ile Abdülhakhamid ve Recaizade Ekrem’in etkisinde eski ile yeni arasında gezinen gazeller ve musammatlar yazmaktan tümüyle kurtulamamış, kendi sesini bulamamıştır. Ama her yeni şiir gibi, şiirde her yeni tavır da onun yolunu açacak, adım adım, dize dize Tevfik’i Fikret yapacaktır.

ESKİ İLE YENİ ARASINDA

Recaizade bunda da etkili olur. Dahası, Fikret-Recaizade yoldaşlığının başlangıcını belki biraz da bu etkide aramak gerekir. Öğretmeni Ekrem’in “Zemzeme mukaddimesi” Fikret’i öylesine derinden sarsar ki, sonradan Servet-i Fünun’da yazdığı bir yazıda bu hakkı teslim ederek “nazımcılık” olarak değerlendirdiği bu dönem şiirlerinden vazgeçmesini sağladığını söyleme gereği duyar. Oysa o zamana kadar eski ile yeni arasında bocalayan manzumeler yazan bu şair, çok değil daha dört-beş yıl kadar önce “Mirsad” dergisinin açtığı “Sitayiş-i Hazret-i Padişahi” konulu bir şiir yarışmasına Mehmet Tevfik adıyla katılarak birincilik kazanmıştır. Şu dizeler o zamanlar 25 yaşında bulunan işte bu şairindir:
“Medâr-ı muhteşem-i iftiharımız sensin
Senin vücuduna muhtacız ey veliyy-i niam
İlelebed sana densin Halife-i âlem...”
Bir de şu dizelere bakalım:
“Bir kudreti külliye var ulvî ve münezzeh,
Kutsî ve muallâ, ona vicdanımla inandım.
Toprak vatanım, nev’i beşer milletim... İnsan
İnsan olur ancak bunu iz’anla anladım.
Şeytan da biz, cin de, ne şeytan, ne melek var;
Dünya dönecek cennete insanla inandım.” (Haluk’un Amentüsü’nden).
Evet! Yıllar sonra padişahın tahta çıkışının yıldönümlerinde evde lamba yakmayı bir yurt sevmezlik sayarak karanlıkta oturan da aynı şairdir. Bugünden bakılınca tuhaf görülse de, o günün ağır İstibdad koşullarını ve bu koşullardaki bir şairin, Fikret’in ruh halini göstermesi bakımından önemli.
Bugün oldukça aşırı bir tepki olarak değerlendirilse de, Abdülhamid’in, düzenlenen bombalı suikastten bir anlık gecikme sonucu kurtulması üzerine yazdığı “Bir Lahza-ı Teahhür” şiiri de yine bu ruhun ürünüdür. Aradaki yıllar, uzun öğrenme, kendi sesini, kendi kimliğini bularak çevresindekilerce “yaşayan bir ülkü”, “erişilmez bir erek”, “ahlak ve iyilik yayan bir peygamber”, “ümid” ve “vicdan” timsali sayıldığı, “ahlak ve medeniyet havarisi” kabul edildiği yıllardır. 1900 yılında yayımladığı “Rübab-ı Şikeste”de adından Mehmet’i atmış, Tevfik’in yanına Fikret’i koymuştur. Fransız Parnasçı şairlerinden François Coppe’dan etkilenen Fikret’in bu dönemki şiirlerinde natüralist bir yaklaşım da göze çarpar. “Hasta Çocuk”, “Nesrin”, “Verin Zavallılara” gibi bu çizgideki şiirler önce “Servet-i Fünun”da yayımlanmıştır.

MAYASINDAKİ NİTELİKLER

Servet-i Fünun’u “sanat ve edebiyat ocağı” olarak değerlendiren H. Cahit Yalçın, “Edebiyat Anıları”nda derginin başyazarı Fikret’in çalışkanlığı ve dürüstlüğü yanında arkadaşları için gösterdiği özveriden de söz etmektedir. Ağzına içki ve sigara koymayan Fikret, Servet-i Fünun’dan kazandığı maaşla zar zor geçinebilmekteyken bile, bundan şikayet etmez. Kendisinden önce de arkadaşlarının hakkını arar; Ahmet İhsan’dan haftada seksen kuruş telif ücreti sağlar ve ihtiyaca göre paylaştırır.
Öte yandan, bir yanıyla da hep çocuktur Fikret; Çocuk denecek kadar da saftır. Öfkelenir. Küser. Sol yanında kimsenin yürümesine tahammül edemeyecek denli tuhaf bir yaradılışta kıskançtır; yan yana yürüdüğü arkadaşını sağına alan Fikret’in sol yanı hep boş kalmalıdır, çünkü oradaki kalbi yalnızca, kaybettiği eşine aittir! “Tarih-i Kadim’i, “Sis”i, “Ferda”yı, hatta darülfünun marşı için “Bir Güfte”yi yazdıran tek başına estetik beğenisi, edebiyat bilgisi, hatta şairlik yeteneği değil, biraz da “maya”sında var olan işte bu nitelikleridir.
Bu yönleriyle bakıldığında, Recaizade’nin Servet-i Fünun’un başına getirdiği Fikret, dergi için adeta biçilmiş bir kaftandır. Salt edebiyat bilgisi ve yeni bir şiir yaratmak için yaptığı onca yoğun vezin ve dil araştırma ve çalışmalarıyla değil, ama bundan daha fazla kişiliğinin tüm yönleri ile ele alındığında da böyledir. Halid Ziya ile tanıştıkları sıralarda Babıâli’de istişare odasında memur olan Fikret, birçoklarının mumla aradıkları böyle bir memuriyetten hiç de memnun değildir; “hatta bir nevi sadaka kabilinden olan maaşını bile almağa bir zûl nazariyle bakar”. Oysa, öte yandan da Aşiyan’da babadan kalma yalıda oturmasına rağmen, başına geçtiği andan itibaren, derginin kendisine verebildiği cüzi maaşı hak ederek kazandığı için çok önemsemektedir:
“Bu pek küçük bir para idi elbette, fakat Fikret ona her kazançtan ziyade kıymet verirdi. Birinci defa olarak edebi hayatta emeğinin bir mukabilini almış oluyordu ve bu kazanç için bütün varlığını matbaaya vakfetti. Herkesten evvel oraya gelir, orada herkesten sonraya kadar kalırdı. Sahifelerin tertibine bakar, onları süsler, münderacatı gözden geçirir, tashihleri yapar, hülasa, mecmuanın bütün yükünü üzerine alırdı.” (Sanata Dair 3/Türk Şair ve Edipleri, İstanbul 1955, sf. 257).

FİKRET’İN ADI DUYULUR DUYULMAZ

Halid Ziya, “gençliğinin bu yıllarında onun hayatından ciddi bir şikâyette hakkı anlaşılamazdı; onu gittikçe titiz hırçın yapan şikâyet vesileleri değil, o vesileleri icad eden fıtratının tezahürleri idi” diyor. İstibdadın kol gezdiği 19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyıl başlarında bir de yaradılışı dolayısıyla herkesten fazla yeis içindeki Fikret’in yeni bir derginin başına geçmesi, kendisi için de bu yeisten, umutsuzluk ve yalnızlık duygusundan kurtulmak demektir…
Recaizade Mahmud Ekrem Bey ve Servet-i Fünun’un sahibi Ahmet İhsan ile vardıkları mutabakata göre dergi tümüyle Tevfik Fikret’in yönetimine bırakılacak, o, etrafına istediği kimseleri toplayacak, derginin içeriğini istediği gibi biçimlendirecekti. Bu da, edebiyat dünyasının yarısından fazlasının herhangi bir çağrıya gerek kalmadan, daha Fikret’in adı duyulur duyulmaz Servet-i Fünun’a akmasına da yol açacaktı: Namık Kemal’in oğlu Ali Ekrem (Bolayır), Ahmed Reşid, Süleyman Nazif, Süleyman Nesib, Ahmet Hikmet (Müftüoğlu), Safveti Ziya, Hüseyin Suat, Celâl Sahir, vd…

SERVET-İ FÜNUN: BİR EDEBİYAT OKULU

Zamanın edebiyat dünyasının en önemli çekim merkezi oldu “Servet-i Fünun”. Dönemin ünlü şairlerinin pek çoğu en önemli şiirlerini “Servet-i Fünun”da yayımladılar. Fethi Naci’nin, “50 Türk Romanı”nda, “giyimi, kuşamı, yaşamı, duyguları, düşünceleri en iyi anlatılmış ‘alafranga züppe’mizdir” dediği Bihruz Bey’in yaratıcısı Recaizade Ekrem’in “Araba Sevdası” adlı bu uzun hikaye/romanı “Servet-i Fünun”da tefrika edildi. Sonradan itilafçı ve Kurtuluş Savaşı karşıtı olan dönemin yazar ve şairlerinin en tanınmışlarından Cenap Şehabettin salt şiirde değil, düzyazıdaki ustalığına da Servet-i Fünun’un 1895’ten 1901’e kadar topu topu altı yıl süren yayın hayatında ulaştı. “Eski Şeyler”i artık bir tarafa bırakan Tevfik Fikret de yeni şiirlerini Servet-i Fünun’da yayımladı. Servet-i Fünun, Halid Ziya başta olmak üzere birçok genç edebiyatçı için ustalık kazandıkları bir edebiyat okulu oldu.
Zaman geçip görüş ayrılıkları yanında belli bazı tatsızlıklar yaşandıkça Servet-i Fünun’a yüklediği umutları yavaş yavaş kaybolan Fikret, giderek daha titiz olmakta, içinde yaşadığı toplumun, hayatın haksızlıklarına git gide daha az katlanabilmektedir. Gitmek, başka yerde kendi amaçlarına uygun başka bir hayat kurmak fikri tüm benliğini sarar. Birden verdiği bir kararla Aşiyan’daki aile yalısını bırakıp eşinin babasının Rumelihisarındaki harap yalısına taşınması gibi davranışlarına alışkın olan arkadaşları edebiyatımızdaki ilk doğal yaşam tasarımı olan “Yeşil yurt” ütopyasını da olağan karşılarlar. Öyle ki, Fikret’in olağanüstü ikna gücü bu ütopyaya birçok yandaş da bulur, yer bile seçilir. Önce Manisa’da bir çiftlik tasarlanırken sonra burası bile yakın bulunur ve Hüseyin Cahit’e göre Yeni Zelanda, Halid Ziya’ya göre Seylan adası düşünülür.
Çabuk hayale kapıldığı gibi umutsuzluğa da çabuk kapılan çocuk ruhlu saf Fikret bu ütopyadan vazgeçecektir.

YENİ CEDİDİN İÇİNDEKİ CEDİD YENİ

“Edebiyat-ı Cedide/Yeni Edebiyat” yenidir, ancak, Fikret bu “yeni cedid”in içinde “en cedid yeni” olandır. Şiirde ve romanda eski edebiyatla büyük bir kopuşa öncülük eden “Servet-i Fünun”, yüzünü Batı/Fransız edebiyatına dönerek dilde, şiir, öykü ve roman konularında büyük dönüşümler yaratmıştır. Bugün bir televizyon kanalında günümüze uyarlanarak dizi film şeklinde yayınlanmakta “Aşk-ı Memnu”, Halid Ziya’nın “Edebiyat-ı Cedide” içindeyken yazdığı romanlardan biridir. O zamanın edebiyat dünyasından sahneler de içeren “Mai ve Siyah” ise yazarın bir başka romanıdır. Mehmet Rauf’un “Eylül” romanı ise edebiyatımızdaki ilk psikolojik roman sayılmaktadır.
“Edebiyat-ı Cedide”, eski edebiyattan kesin bir kopuşu gerçekleştirirken, Namık Kemal’lerin açtığı “sanat toplum içindir” çığırından çok “sanat sanat içindir” anlayışına yakın görünür. Özellikle öykü ve romanda bireyin iç dünyasına ilgi duyar. Bunun şiire yansımaları da olacaktır elbet ve şiirde de gündelik hayatta kullanılmayan pek çok sözcük yer bulmaya başlayacaktır. Bu bakımdan “Edebiyat-ı Cedide”ye erken gelmiş bir “İkinci Yeni” de diyebiliriz. İkisi de ağır siyasal baskı koşullarında doğup gelişmişlerdir. İkisi hayatı her yönüyle şiire geçirmeye çalışırken kullanımda olmayan pek çok sözcüğe, söz dizimine işlerlik kazandırmışlardır. “Edebiyat-ı Cedide”ciler farklı olarak bir de O zamanki Türkçeyi bir edebiyat dili haline getirdiler. Her ikisini de oku hedefe fırlatmak için yayın gerilme sürecine benzetebiliriz. “Edebiyat-ı Cedide” edebiyatta biriktirme yıllarıdır. Bu birikimin sonuçları da hem kendi içinden çıkanlarda hem de kendisinden sonraki edebiyatçılar kuşağında görülecektir. Asıl yapıtını “Edebiyat-ı Cedide”den sonra vermeye başlayan ve elden ele dolaşan şiirleriyle edebiyatımızın siyasal-toplumsal hayattaki dönem sözcülerinin ilklerinden olacak olan Fikret bunlardan biri ve en başındakidir. Nitekim, dergi kapanır grup dağılır, Fikret, kendi sözüne uygun davranarak “hak bildiği yolda yalnız başına” yürür. En yeni olan Fikret yeni eskinin içinde, ondan bağını koparak İstanbul üzerinden İstibdad’ı anlattığı “Sis”i yazmıştır. “Servet-i Fünun” edebiyat dergisi olmaktan çıktığında (1901) “yeni olan eski”dir. Oysa, Tanpınar’ın “Bu bir manzume değil, geniş, korkunç ve zalim bir bedduadır ki, faciadan faciaya atlayan ve yer yer hakikaten iptidai olan ıztırabı sonuna doğru payitaht sokaklarından sefil ve sergerdan dolaşan kimsesiz kadınların ve bakımsız çocukların talihine eğilmiş çok insani bir şefkate kalbolur ve onunla biter.” (Edebiyat Üzerine Makaleler, sf. 268) diye yazacağı “Sis” (1902), payitahtta elden ele dolaşmaktadır:
“Sarmış yine âfâkını bir dûd-ı munannid,
Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid.
Tazyîkının altında silinmiş gibi eşbâh,
Bir tozlu kesâfetten ibâret bütün elvâh;
Bir tozlu ve heybetli kesâfet ki nazarlar
Dikkatle nüfûz eyleyemez gavrine, korkar!”

SERBEST ŞİİRİN ÖNCÜSÜ, TOPLUMCU-LAİK ŞİİRİN YARATICISI

1901’den 1908’e kadar hiçbir dergide yer almayan ama şiirleri elden ele dolaşan Fikret’in, yayımlayabilme olanağı bulabildiği şiirlerden “Sabah Olursa”, “Tarih-i Kadim”, “Doksan Beş’e Doğru” gibi şiirleri bu dönemin ürünleridir. Abdülhamit yönetiminden nefret ettikçe meşrutiyetçi İttihat ve Terakki’ye yaklaşan Fikret, büyük ümitler bağladığı 1908 Devrimi’nden sonra Hüseyin Cahit Hüseyin Kâzım ile Tanin’i kurarak yazı dünyasına geri döndü. Devrimden umutluydu. Bu nedenle “Sis”in devamı olarak “Rücu”yu ve “Millet Şarkısı”nı yazdı. Oysa kısa bir süre sonra devrimden beklediğini bulamayıp Tanin’den de kırgınlık ve kızgınlık içinde ayrılacak, günün koşullarında iyi kazanan gazeteden payına düşeni parayı ise reddedecektir.
Galatasaray Sultanisi Müdürlüğü görevini üstlenir. Onarım çalışmalarının başında bulunur, çalışmaları bizzat yürütürken patlayan 31 Mart gerici ayaklanması sırasında okulunu savunur. Ne var ki, ancak, bir yıl sürdürebildiği bu görevden de ayrılmak zorunda kalır. Artık tümüyle Aşiyan’a çekilmiştir. “Ferda”, “Haluk’un Amentüsü”, “Han-ı Yağma” gibi içlerinde iktidarı şiddetle yeren şiirleri de bu dönemde yazar.
Fikret, içerik bakımından ezilen insanlara eğilirken, biçimde de buna uygun yollar aramıştır. Eski şiirimizde aruzun bir kalıbında kullanılabilen müstezatı her kalıpta uygulamaya başlayarak, Cumhuriyet’ten sonra Nâzım Hikmet ile gelişen serbest şiirin de öncüsü olmuştur. Fikret, “Tarih-i Kadim”, “Haluk’un Amentüsü” ve daha sonra yazacağı “Tarih-i Kadim’e Zeyl” gibi şiirleriyle de toplumcu laik şiirin öncüsü oldu. “Tarih-i Kadim”, şiirini Fikret ile aynı yolda, toplum yolunda bir başka düşünceyle yapan, hatta büyük ölçüde Fikret’i izleyen Mehmet Akif ile karşılıklı söz düellosuna dönen bir tartışmaya da yol açtı. Akif Fikret’e “Zangoç” diye hücum etti, Fikret de “Tarih-i Kadim’e Zeyl”i yazarak Akif’e “Molla Sırat” yakıştırmasıyla yanıt verdi. Fikret’in bu her iki şiiri de, “Haluk’un Amentüsü” ve başka şiirleriyle birlikte şiirimizde laik düşüncelerin ilk kez bu denli cesaretle yazılmasının en özgün ve öncü örnekleridir:
“Anladım çünkü hakikat başka;
Başka yollardan varılırmış hakka.
Saydığın harikalar, mucizeler
Birer efsun-i zekâdır ki, beşer,
bi-tevakkuf açıyor sırlarını;
Mucizat ehli unutmuş yarını
Aldanan ve aldatan hep aynı, İsa, Musa
Eski bir tılısımlı yalandır, o asa
İnsanlığın böyle sapıklıkları var,
Putunu kendi yapar kendi tapar.”

UMUTSUZLUK İÇİNDE BÜYÜK UMUT ŞİİRLERİ

Fikret, 1908’den sonra yazdığı şiirlerde, kendisi ne kadar büyük bir umutsuzluk içinde olursa olsun, büyük umut şiirleri yazdı. Oğlu Haluk’un üzerinden gençliğe ve geleceğe baktı, Haluk’a seslenirken gençliğe ve geleceğe seslendi:
“Ferda senin, senin bu teceddüt, bu inkılap..
Her sey senin değil mi ki zaten? sen ey şebab,
Ey çehre-i behic-i ümid, işte makesin
Karşında: bir sema-yı seher, saf ü bi-sehab
Aguş-ı lerze-darı açık bekliyor.. şitab!
Ey fecr-i hande-zad-ı hayat, işte herkesin
Enzarı sende; sen ki hayatın ümidisin.
Alnında bir sitare-i nev, yok, bir aftab,
Afaaka doğ. önünde şu mazi-i pür-mihen
Sönsün müebbeden!..”
Kendi gerçekleştiremediği bütün ümitleri Halûk’a yükledi. Kendi gidemediği yerlere de Halûk’u yolladı:
“Ne bulursan bırakma: San’at Fen
İtimad, itina, cesaret ümid
Hepsi lâzım bu yurda, hepsi müfid
Bize bol bol ziya kucakla getir…”

NAMIK KEMAL İLE NÂZIM HİKMET ARASINDA KÖPRÜ

Yalnız yazı ve şiirleriyle değil, kişiliği ve edebi tavrıyla da edebiyatımızda az rastlanan bir kişiliğe sahip öncü Fikret, gömüldüğü umutsuzluk ve küskünlüğün tam tersine son derece umutlu ve yarınla barışık şiirler yazdı. 1914 yazında Ada’da hastalandığında gizli şekeri olduğu anlaşılmıştı.
1867’de İstanbul’da Aksaray’da doğan Fikret, 1915’te yine İstanbul’da, Aşiyan’da tasarımını kendi çizdiği ve başında bulunarak yaptırdığı bugün müze olan yalıda hayattan ayrıldığında ise izinden yürüdüğü Namık Kemal ile aynı yaştaydı.
Türkiye’nin iki büyük şairi Namık Kemal ile Nâzım Hikmet arasında bir köprü olan Fikret, şiirimizde çığır açan şiirleri yanında bütün bu saf, nahif, çocuksu, ütopik ve peygamberane nitelikleriyle de Türkiye aydınları içindeki ulaşılmaz yeri ve ağırlığını korumaktadır.
(Bu yazı, Bilim ve Ütopya dergisinin Aralık 2008 tarihli 174. sayısında yayımlanmıştır).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder