5 Aralık 2010 Pazar

“Mum kimin yanan” türkü: Kerkük Divanı


... Kerkük Divanı bir yakarıştır. Ama bu yakarış, içerdiği ilenmeyle birlikte bir türkü kadar yakın ve bir türkü kadar uzak olan Türkiye’yedir. Peki Türkiye? Türkiye Kerkük’ü nerden bilir “mum kimin yanan” Kerkük türküleri de olmasa...

Altı kez tekrarladığı “yar ey” seslenişinin ardından “gülüm di gel,” diyor, “men seni seveli/nece gün, nece ay, neçe yıldı zalım”… Henüz hoyrata geçmemiş, ama ilerde bir yerde geçeceğini ve buna hazırlandığını daha baştan -alttan alta- duyumsadığımız yumuşak, içli ve yanık ve sanki bir bıçakla kesilmiş gibi oluk oluk kan akan hançeresinden yine de pürüzsüzce süzülüp gelen bir avazla tartıp, hemen ardından “ah oğul,” diyecek “mum kimin yanan” bir sesle, “sen meni aldattın”. Bu bir yalvarış ve yakarıştır. Bir tanrıya değil de, ancak bir türkü kadar uzak ve ancak bir türkü kadar yakındaki bir sevgiliye, içeriğinde belli belirsiz bir ilenç de taşıyan uzun, usul bir dua... T’lerin üzerindeki kısa süreli duruş, bunca yumuşaklığına, munisliğine karşın, aldatmanın şiddetini de olanca ağırlığıyla vurgulamayı unutmaz.

ALDANIŞIN ŞİİRİ

Yöre türkülerinin özünde var olan o yanık anlatım, saz bölümünün oldukça kısa tutulup bütün ağırlığın sözde ve sözün söyleniş biçiminde toplandığı “Kerkük Divanı”nda Mehmet Özbek’in sesi, yorumu ve tavrıyla en üst noktaya ulaşıyor. Çok kısa aralıklarda sazla çalınması zor notalar, sesle, söz olarak da oldukça zor çıkarılabiliyor. Zorluğu, divanın içine girdikçe dinleyici olarak biz de anlıyoruz. Sanırım asıl zorluk da, önemli ölçüde, şiirin kuşattığı art anlamdan, aldatılış ve aldanıştan doğuyor.
Bu yüzden de başından sonuna dek şiddetli aldatılış ve aldanışın şiiridir “Kerkük Divanı”. Hayal kırıklığına yakılmış bir ağıt. Kimbilir bıçakla kesilmiş gibi oluk oluk kan akan kaç hançereden süzüle süzüle gelmiş bu şiir, kimbilir hangi çaresizliğin ortasından doğdu ve bu ne mene bir çaresizliktir ki, aldatıldığını anladığı halde, “bu sen de nice dildir/heyranın olum” diye ancak serzenişte bulunabilmeyi seçmektedir. Belki de tek seçeneğidir bu. O zaman çaresizlik de iki katına çıkmayacak mıdır?

ANLAMLARIN ALTINDAKİ ANLAMLAR

Ya şu sözler, hangi sevdanın, nasıl bir dövünmenin ürünüdür:
“Yanağının dört bir etrafı/Pembeyi ala güldür/Öpsem öldürüller/Öpmesem öllem aman/Bu nasıl zulum işti/Heç bilmem hare gedim”.
Yine de “gülüm di gel,” diyebilmektedir; “ gülüm di gel bayramlaşalım”. O günün –şiirde bugünün- “şanlı beyram günü” olduğunu böylece öğreniyoruz. Çünkü bayram gününde küsülüler barışır, düşmanlar kardeş olur. Bütün müziğin sözde, sözün –yumuşak, yavaş, hızlı, sert, içli ve yanık- söyleniş biçiminde, yorum ve tavırda toplandığı “Kerkük Divanı”nında serzenişin hemen yanı başına kurulmuş bayram yerinde baş eğme, boyun bükme, özür dileme çabası da var: “Her gebahat mende ise/Ala göz, çatma kaş, alma yanak, kaytan dudak/Cümlesi sendedir, heves mendedir-nedim” Bu yanıyla Ali Ekber Çiçek’ten dinlediğimiz “beni görüp yüzün öte dönderme” deyişiyle uzaktan uzağa bir bağ kuruyorsa da, burada “şanlı bayram günü”nde, çok geçmeden, saklı bir anlamın daha yüklenmiş bulunduğunu öğreneceğiz. Aslında şiirde görünürdeki bütün anlamların altında başka anlamların tek bir anlamda birleştiğini de öğreneceğiz ya…

SU DA YANAR



Başından sonuna dek şiddetli bir aldatılış ve aldanışın şiiridir dedimse, belki başlangıçta gerçek bir aşk öyküsüydü anlattığı. Bu anlamda, makamın birinci hoyrata tırmandığı noktada Kerem’le bağ kurduğunu görüyoruz. Kerem’in aşkından yanıp kül olurken Aslı’nın da onunla birlikte yanıp kül olması “Kerkük Divanı”nında iki farklı biçimde işlenen tek bir örnek olarak dikkat çekici. Birincisi ilk hoyrattadır ve Kerem gibi yanmak için umut istemektedir: “De de gene men dayanam/Aç sinen men dayanam/Kerem eşgından yandı, kölen olum/Umut ver men de yanam” Yanar da! Bunu ikinci hoyrattan öğreniriz. İkinci hoyrat, birincideki gibi sineye dayanmak üzerinden kurduğu cinası Kerem örneğinde işlenenin tersine çevirecektir: “Yar dayansın/Sineme yar dayansın/Men düştüm aşk oduna/Kölen olum/Tutuşsun yar da yansın”.(Kerem örneğindeki aşkından yanma ediminin Kerkük sevdalarında yaygın bir imge olarak kullanıldığını “Baba bugün dağlar yeşil boyandı” hoyratından da çıkarabiliriz. Bu hoyratın ilgi manisi şöyledir: “Baba bugün dağlar yeşil boyandı/Kim yattı kim uyandı/Kalbime ataş düştü/İçinde yar da yandı/Su septim ataş sönsün/Septiğim su da yandı”/Su da yanar!).

BUGÜNÜ GÖRMÜŞ GİBİ


Aynı anda şunu da söyleyebiliriz; “Kerkük Divanı”, belki de birkaç aşk öyküsünün bir araya gelmesiyle oluştu ve pek çok türküde olduğu gibi zaman içinde, bu anlama da gelmek üzere, pek çok hançereden süzüldü ve bugünkü biçimini aldı. Abdülvahit Kuzecioğlu’ndan derlenen bugünkü biçiminde ben, daha çok, aşk öyküsüyle de karışmış olarak, İngilizler tarafından işgal edilip Irak mandası içinde yer almasıyla başlayan süreçten 1959’daki 14 Temmuz katliamına uzanan zaman dilimindeki Kerkük tarihini, bu tarihte gizli ya da açık olarak var olan Türkiye özleminin, Kerküklü’nün Türkiye’ye bakışının, ondan medet umuşunun, imdat bekleyişinin bir aşk divanında toplanmış imgesini buluyorum. Öyle olmasa, Mehmet Özbek’in okuduğu versiyonda yok ama, divanın tamamında bulunan “Aga menem, paşa menem, beg menem/Köyümde bu feryat nedir/Malım mülküm emlakim/Hiç demedim ölüm var” sözleri ne anlam taşıyacak. Bugün artık bu imgeye Telafer katliamları da eklenmiş bulunmaktadır. Bu yüzden de, divan, sanki bugünü görmüş gibi hoyratlarına kavuştak olarak “Can dedim dert kazandım/Bunu buldum fayda men/Gelir katlime ferman/Giderem bu boyda men” sözlerini seçmektedir. Bu da, evet, büyük bir çaresizliğe işaret eder ki, çareyi dert kazanmakta bulmuş olan, katline ferman geleceğini bilmenin rahatlığı içinde ister istemez bu yolda gitmeyi eylemleştirecektir. “Kerkük Divanı”nda “şanlı beyram günü” ancak ölüm günü olabilmektedir. Divanda ölmek bir eylem biçimidir.

KERKÜK TÜRKÜLERİ DE OLMASA

Öyleyse, yalvarış-yakarış da, ilenme de, bir türkü kadar yakın ve bir türkü kadar uzak, yerle bir edilmiş Telafer’in yıkıntıları altından gelen yaralı bir iniltiyle Türkiye’ye… Peki Türkiye? Türkiye Kerkük’ü, Telafer’i nerden bilir; “mum kimin yanan” Kerkük türküleri ve bu türküleri böylesine taa içerden söyleyen Abdulvahit Kuzecioğlu, Abdurrahman Kızılay, Mehmet Özbek, Neriman Altındağ Tüfekçi de olmasa!

Türkülerin sağlayabileceği yakınlık da, işte ancak yine kendisi kadar.

(Eylül 2006, Aydınlık)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder