25 Temmuz 2010 Pazar

Türkçeye emek verenler...

Üç ozan

Dede Korkut, Yunus Emre, Karacaoğlan...
Bugünkü konuştuğumuz Türkçeyi önemli ölçüde onların ve onları izleyen ozanların şiire verdikleri emeğe borçlu olduğumuz bu üç ozan, yaşadıkları çağda halk arasında, çarşıda-pazarda konuşulan Türkçenin emsalsiz birer sesi oldular. Üç ozanın ortaya koyduğu şiir, bugün yazılmışlar gibi capcanlı ve taptaze...

Kim olduğu ve hangi çağda yaşadığı kesin olarak bilinmeyen Dede Korkut, bir söylentiye göre, Kayı boyundan Kara Hoca adında bir kimsenin oğludur. Bazı kaynaklara göre peygamber Hz. Muhammed ile çağdaştır, başka bazı kaynaklara göre de Abbasiler döneminde yaşamıştır. Şecere-i Terakime’ye göre ise, 295-300 yıl ömür sürmüştür.
Bütün bu söylentiler, öykülerinin sonunda kendisinden söz edişi Dede Korkut’un da hikayelerini anlattığı kahramanlar gibi bir söylence kişisi olduğu sanısını güçlendiriyor. Belki de Dede Korkut adında bir kimse hiç yaşamadı; ama, tıpkı Homeros destanlarında olduğu gibi bu öyküleri anlatan ozanlar tek bir kişide, Dede Korkut adında simgeleşti.

İL İL DOLAŞAN BİLGE-OZAN

Ne olursa olsun, sonuçta bu öyküleri anlatan bir hikayeci-ozan var oldu ve günümüze kadar ulaşabilen destansı hikayelerden, onun, elinde kopuzu, dağarında birçok öykü il il, oba oba dolaşan bilge bir ozan olduğu sonucuna varıyoruz…
Dede Korkut; Bamsı Beyrek, Basat, Deli Dumrul gibi hikâyelerinin tümünde kullandığı yalın Türkçeyle dinleyicilerine geçmişi öğretmekle kalmaz, gelecekten de haber verir, dargınları barıştırır, çocuklara ad kor, boy boylar, soy soylar, sonra da hikâyesini düzüp koşar. Biz de anlattığı hikâyelerden, olayların geçtiği bilinmeyen zamanlardaki toplum yaşantısı, insan ilişkileri, gelenek ve görenekler hakkında pek çok şey öğreniriz. Bir şey daha öğreniriz bu hikâyelerden; Türkçenin anlatım zenginliği ve imge gücünü...
Dede Korkut’un, kendisinden önceki ozanların sesiyle birleşerek yüzyılları aşan sesi, Yunus Emre’nin dupduru Anadolu Türkçesi’ne ulaşır, varlığını bu Türkçede başka bir renk ve başka bir tatla sürdürür.

YUNUS EMRE: ŞİİRLERİNDE BİR TEK EĞRİ SÖZCÜK YOK!


Çeşitli kaynaklara göre 13’üncü yüzyılın ikinci yarısı ile 14’üncü yüzyılın başlarında yaşadığı sanılıyor. Eskişehir’in Mihalıççık ilçesine bağlı Sarıköy’de doğduğu ileri sürülen ozan, şiirlerinden öğrendiğimize göre Tapduk Emre dergâhındandır. Yine şiirlerinden, tasavvuf yolunu seçtiğini ve iyi bir öğrenim gördüğünü anlıyoruz. Bütün Anadolu’yu dolaşmış, Azerbaycan ve Şam’a kadar gitmiştir. Hem aruz hem de heceyle şiirler yazan Yunus Emre’nin “Risaletü’n-Nushiyye” adlı bir mesnevisi ve bir divanı bulunmaktadır.
Keşfedilişi ve incelenmesi henüz yüz yılı bulmayan Yunus Emre’nin, yaklaşık yirmi yıl boyunca hizmet ettiği Tapduk dergâhına bir tane olsun eğri odun götürmediği söylentisini, aslında şiirlerindeki Türkçe için saptamalıyız. Gerçekten de, Yunus Emre’nin, Anadolu’nun yoğun bir kargaşa yaşadığı dönemde söylediği şiirlerdeki Türkçede bir tane olsun eğri sözcük bulunamaz! Bu, aldığı eğitim kadar, yaşadığı toplumsal parçalanmanın acısını içinde taşımasından da ileri gelir bana kalırsa. Yaşadığı toplumu en içinden, en derin yerinden yaşayan ozanlar, dili de en içinden, en derin yerinden yaşamaktadırlar. Şiirlerinde sevgiyi temel alan Yunus Emre de bu yüzden yaradılış, evrenin var oluşu gibi en karmaşık konuları bir anlam ve duygu bütünlüğü içinde, yapmacıklığa kapılmadan, doğaçlar gibi söylemiştir. Sevgi, umut ve inanç, şiirlerinin özünü oluşturmuş; bu özü, halkın kullandığı sözcükler, deyimler ve kavramlarla zenginleştirerek olabilecek en yalın hale getirmiştir. Ulaştığı yalınlık, en iyi ifadesini Mevlana’nın mesnevisi üzerine söylediği ileri sürülen, “Bu kadar uzun yazmaya ne gerek vardı, ben olsam, ‘Ete kemiğe büründüm-Yunus diye göründüm’ deyip çıkardım” sözünde bulur. Yunus Emre’yi 600 yıl boyunca halkın gönlünde yaşatıp, Türkçe’nin en büyük şairlerinden biri, ulusal edebiyatımızın kurucu öncülerinden biri olarak gün ışığına çıkaran işte bu dupduru yalınlıktır.

YALINLIK KARACAOĞLAN’LA BİR BAŞKA MECRAYA DÖKÜLÜR

Doğayla iç içe yaşayan acıyı olduğu kadar sevinci de, ölümü olduğu kadar doğumu da doğayla iç içe yaşar. Aşkı da doğanın içinde oluşur, ayrılığı da... Bir de ozansa, elbet şiiri de doğanın içinde gelişecek, doğa gibi akıcı ve duru bir dil olacaktır. Bütün bunları halk şiirimizde olsun, çağdaş şiirimizde olsun, en çok Karacaoğlan için söyleyebiliriz.

Halk öykülerine girmesi, hemen hemen bütün cönklerde şiirlerine rastlanması, salt Anadolu ve Rumeli’de değil, Azerbaycan ve Kırım’da da tanınması, şiirlerindeki Türkçenin gücünden geliyor. Öyle ki, adına bağlanan bir Karacaoğlan geleneği oluşmuş, gerçek Karacaoğlan ile şiirlerini onun mahlasıyla söyleyen sonraki Karacaoğlanlar birbirine karışmıştır. Elimizdeki kaynaklardan ve şiirlerinden anladığımıza göre, bu gelenek içindeki asıl Karacaoğlan, 16’ncı yüzyılın ikinci yarısı ile 17’nci yüzyılın başlarında yaşamıştır. Çukurova’da doğmuş, Türkmen aşiretleri arasında yetişmiştir. Tüm Anadolu’yu gezdiği, Rumeli’ye kadar gittiği sanılıyor. Mezarının bulunduğu yer konusunda da çok çeşitli söylentiler bulunuyor.
Karacaoğlan’ın şiiri güçlü söyleyişiyle halk edebiyatının sınırlarını aşarak yazılı edebiyatı da etkiledi. Heceye dönüş sırasında Rıza Tevfik, Faruk Nafiz, Behçet Kemal, Ahmet Kutsi Tecer ve Cahit Külebi gibi birçok şairimizin ilk başvurduğu ozanlardan biri oldu. Ağır, ağdalı saray dili karşısında yalın halk Türkçesini şiirleriyle yaşatan Karacaoğlan, Cumhuriyet’ten sonraki dil çalışmaları sırasında Türkçenin sadeleştirilmesinde başvurulan kaynaklardan biriydi. Bugün de aynı canlılık ve tazelikle okunan ve söylenen Karacaoğlan şiiri, gelecekteki şiirimizin temel kaynaklarından biri olmayı sürdürüyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder