5 Eylül 2010 Pazar

Ağlayan ağlayana

Orhan Veli’nin, “Neler yapmadık şu vatan için/Kimimiz öldük/Kimimiz nutuk söyledik” dizeleri, bugün de en az yazıldığı günkü kadar güncel. Şimdi buna rahatlıkla “ağlamak” edimini de ekleyebiliriz. En azından, Türkiye’nin “ağlayan vaiz”i olarak ün yapmaya başlayan Fethullah Gülen’den bu yana, ağlamak, gelmiş geçmiş en iyi kitle etkileme yöntemi. “Ölmek” ve “nutuk söylemek”, etkin eylemler. Ağlamak edilgin bir eylem olmakla birlikte, doğru yer ve zamanda gerçekleştirildiği vakit, ölmek ve nutuk söylemekten çok daha etkin sonuçlar verdiği de açık.

TURGUT ÖZAL’IN KOPARDIĞI HIÇKIRIK VE HALİL BEZMEN

Turgut Özal’ın, 1989’da yapılan 12 Eylül’ün kapattığı parti liderlerine siyaset yasağını kaldırıp kaldırmamanın oylandığı referandum öncesinde kopardığı hıçkırık unutulamaz! Tek damla gözyaşı dökmese de, Turgut Özal, bu ağlama numarasını daha sonra seçimlerde de yapmıştı.
Ağlamak deyince, hakkındaki çeşitli yolsuzluk suçlamalarından dolayı Amerika’ya kaçan, döndüğünde bir süre cezaevinde kaldıktan sonra hakkındaki davalardan beraat eden Halil Bezmen’in “ağlamasını bileceksin” sözünü hatırlamadan olmaz. Bezmen bu sözü bir röportajda söylemiş, devletten kolaylık görebilmek ve teşvik alabilmek için yöntem olarak mutlaka iyi ağlamak gerektiğini vurgulamıştı. Özal da Bezmen de ağlamayı bilen ve gözü yaşsız ağlayanlardan…

EDEBİYATIMIZDA KENDİNE KAPANMA VE AĞLAMA

Türkçede ağlamak üzerine söylenmiş deyim, atasözü ve bunlara belli kişilerce söylenmiş savsözler ile şarkı ve türküleri de eklersek küçük bir kitap elde edebiliriz. Şiirler ve diğer edebiyat ürünleri ise ayrı bir kitap yapar. “Şair-i Âzam” Abdülhakhamit’in, eşi Fatma Hanım’ın ardından yazdığı “Makber” şiiri, şiirin kendisi eskimişse de, taptaze “nâle”sinin hâlâ edebiyatımızın doruklarında gezindiği söylenebilir:
“Eyvah ne yer ne yar kaldı/Gönlüm dolu ah u zar kaldı
Şimdi buradaydı gitti elden/Gitti ebede gelip ezelden
Ben gittim o haksar kaldı/Bir köşede tarumar kaldı
Baki o enisi dilden eyvah/Beyrutta bir mezar kaldı”.
Yalçın Küçük, “Aydın Üzerine Tezler”de Abdülhakhamit’in Fatma Hanım için kırk gün ağladığını yazmaktadır. Yalçın Küçük, Talât Paşa’nın, Abdülhamid’in cenazesinde hıçkır hıçkıra ağladığını da belirtiyor. Recaizade Mahmud Ekrem’in oğlu Nijat’ın ölümünden sonra yazdığı şiir ise, Sultan Hamid zulmünün zamanın en ilerici aydınlarını dahi nasıl etkilediğini göstermesi açısından hayli önemli bir örnek. Edebiyat-ı Cedide/Servet-i Fünun edebiyatının özellikle roman ve şiir ürünlerinde de bu izi sürmek mümkün.
Siyasal baskı ve zulüm, edebiyata, karamsarlık, kendine yönelme, içine kapanma ve ağlama olarak yansımaktadır. Edebiyat’ın toplumsaldan kopup bireysele yönelmesi baskı ve zulüm dönemlerinin neredeyse olmazsa olmazıdır. 1940’lar, 50’ler, 12 Mart ve 12 Eylül dönemleri böyle dönemlerdir. Baskı ve zulmün şiddeti ve nevini edebiyatımızdaki akımlara bakarak da saptayabiliriz. Dönemleriyle özdeşleşmiş edebiyat ürünleri ise, bu şiddet ve nev’i kendinde veren özgün örneklerdir ve gerçek gözyaşlarıdır.

AĞLATMAKLA YÜKÜMLÜ ERBAP

Müzikte ise, 60’larda başlayıp 70 ve 80’lerde en yüksek düzeyine çıkan arabesk, bir başka ağlama biçimi olarak, adeta tüm toplumumuzu sarmış, işçisinden memuruna, esnafından köylüsüne, aydınından ilericisine metastaz yapmış bir kanser türüdür. Fazıl Say’a bu denli saldırılmasının tek nedeni, saldıranların tümünün de bu kansere yakalanmış olmalarıdır. Arabesk, hastanın hastalığını sıhhatmiş gibi savunduğu Türkiye’ye özgü bir kanser türüdür.
Sezen Aksu’sundan İbrahim Tatlıses’ine, Yavuz Bingöl’ünden Ferhat Tunç’una hepsi arabesktir. Bunların hiçbiri, kendileri ağlamıyorlar, sadece halkı ağlatmakla yükümlüler!
Arabesk’in egemen bir yaşam biçimi haline geldiği bir Türkiye’de, vaktiyle, “başa türban, göbeğe seyran” başlıklı bir kapak haberi yapmamız boşuna değilmiş! Göbekle türban, din bezirganıyla şeytan, yalanla talan, zehir ile iksir, hoşafla turşu el ele, yan yana, iç içe çünkü… Alın size post-modernizmin toplumsal görüntüsü!

BAŞBAKAN’DAN GENELKURMAY BAŞKANI’NA “AĞLAYAN” “AĞLAYAN”A…

Bu işten dünyanın parasını kazanan; uçağı, televizyon kanalı, ayrıca mültimilyarı bulunan türkücünün, azıcık bir eleştiri karşısında iki gözü iki çeşme! Yaptığı programın son bölümüyle ekrana veda eden “Kuzeyin Oğlu” namlı bir diğeri, mikrofonu her ele alışta ağlıyor ve en son, seyircilerle birlikte –yine ağlayarak- Mahzuni Şerif’in "Ne ağlarsın benim zülfü siyahım" adlı türküsünü söylüyor. 30 Ağustos’ta görevi sona eren Genelkurmay Başkanı veda konuşmasında “gözyaşlarına hakim olamıyor”. Partisinin Meclis grubunda, referanduma sunulan Anayasa değişikliği üzerine konuşan Başbakan, 12 Eylül döneminde idam edilen Erdal Eren ve Mustafa Pehlivanoğlu'ndan da söz ediyor. Konuşmalarının arasında şiir okumasıyla da bilinen Erdoğan, konu gereği Nevzat Çelik’in “Şafak Türküsü” adlı şiirinden de dizeler okuyor ve gözyaşlarını tutamıyor… Kimi dinleyiciler ve milletvekilleri de Başbakan’la birlikte…
Sonra haberlerden şarkılara geçiyor yayın, bir şaka gibi:

“- Ağlama değmez hayaaaaat…”

Ağlamayanlar var bir de…
Perinçek’ten Haberal’a, Özbek’ten Balbay’a, Özkan’dan Olcaytu’ya, Senem’den Çiçek’e “Ergenekon sanıkları”nın ipe sapa gelmez bin türlü suçlama karşısında, hâlâ, daha birazcık kaldığına inandıkları Cumhuriyet Hukuku’na dayanıp içlerinde güçlükle tuttukları öfke ne kadar haklıysa, akmayan gözyaşları da o kadar şedid!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder